1 Kasım 2022 Salı

Kürt Ermeni İlişkileri ve Özür Meselesi



Aşağıdaki yazı Xerzi Xerzan tarafından 2013 yılında Radikal Gazetesi internet sitesinde yayınlanmıştır.

KÜRT-ERMENÎ İLİŞKİLERİ, 1915 VE ÖZÜR MESELESİ

Geçmişten günümüze Kürt-Ermeni ilişkileri ve 1915 tarihsel kopuşunun günümüze yansımaları

XERZÎ XERZAN


GİRİŞ:

Bu günlerde, Kürt Tarihi’nde çok önemli bir yeri olan ve hakkıyla araştırılmamış, yazılmamış olan Xaldî’ler üzerine yoğunlaşmış, ilgili makalenin üçüncü bölümünü bitirmeye çalışıyordum. Lakin Ermeni Soykırımı konusunun her zaman olduğu gibi yine gündeme gelmesi, özellikle Kürtlerin, bu kırımda iddia edilen katkıları sebebiyle, payı olanlar adına özür dilemeleri ve bu konunun tartışmalara sebeb olması yüzünden, bu konuya katkı sunmaya, olayların gelişimini, tarihsel boyutunu ve Kürtlerin özür meselesinin gerekçelerinin ve sebeblerinin neler olabileceğini yazmaya karar verdim. Xaldîler ile ilgili yazı dizimiz bu kısa aradan sonra devam edecektir, tabi ki Kürtçe olarak. Bu yazının Türkçe yazılıyor olması ile, konuya ilgi duyan ve olayları bir de Kürtlerin perspektiflerinden öğrenmek isteyen “iyi niyetli“ Ermenilerin duruma hakim olmaları amacı güdülmüştür…


Öncelikle, 2500 yıldan fazla iç içe yaşamış olan, Kuzey Mezopotamya ve Kafkaslarda çok küçük lokal olaylar dışında çatışmamış, devamlı barış içinde kalmış olan bu iki kadim halkın ortak geçmişine göz atmakta fayda vardır. Ermenilerin Kürtlerle ilk iletişimi, kadim Xaldî-Urartu medeniyetinin yıkılış tarihlerine rastlar. M.Ö. 6 ve 5. yüzyıllarda, daha o zamanlar yaşamış olan ilk tarih yazarları, Ermenilerin Trako-Frig kökenli bir Hint-Avrupa kavmi olduklarını, ülkelerinden göç ederek, Karadeniz’in güney ve kuzey kıyılarını dolaşarak Kafkasya’ya, oradan da güneye inerek, Xaldî-Urartu İmparatorluğu’nun zayıflama dönemlerinde, bu devletin kuzeyine ve o bölgeye yerleştiklerini yazmışlardır. Xaldî-Urartu’ların kurucuları olan Xaldîlerin, bugünkü Kürtlerin atalarından bir kavim oldukları birçok tarihçi ve arkeolog tarafından kabul edilmektedir. Bu iletişim, oluştuğu tarih dilimi itibariyle elbette ki dostane olmamıştır, yine Arî olan Medlerin akınları sonucu iyice güçten düşen Xaldîler, onların egemenlikleri altına girerek, daha batıya doğru olan Med seferlerine iştirak etmişlerdir. Bu durumdan istifade eden Ermeni kabileleri, onların boşalttığı bölgelere yerleşmiş ve Xaldîler geri döndüklerinde, eski ülkelerinin bir nevi işgal edilmiş olması nedeniyle mecburen çevre dağ ve vadilere yerleşerek, hayatlarını ve varlıklarını sürdürmek zorunda kalmışlardır . Medlerin Ermenilere bu yerleşme konusunda yardımcı oldukları tarihi belgelerle sabittir. Ermeni tarihinin babası Movses Xorenatsi bu gerçeği ayrıntılarıyla kaydetmiştir. durum her ne kadar Xaldîler açısından kabul edilemez olsa da, eski güçlerinden uzak olmaları ve akraba bir kabile olan Medlerin egemenliği altında bulunuyor olmaları sebebiyle, bu durumu kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bu tarihden yaklaşık 150 sene sonra Ksenefon’un ünlü eseri Anabasis-Onbinlerin dönüşünde yazıldığı üzere, Yunan Ordusuna karşı beraberce mücadele bile etmişlerdir.

Başlangıçta yaşanan sürtüşmeler zaman içerisinde Ermenilerin Med ve Pers egemenlikleri döneminde Kürtlerle barış ve huzur içerisinde yaşamalarına engel olmamıştır. Çoğu zaman işgalcilere karşı beraberce savaşmışlardır. Ünlü Ermenistan kralı Tigran zamanında (M.Ö. birinci yüzyıl) ise bu iyi ilişkiler kısa bir süreliğine de olsa bozulma sürecine girmiş ve Tigran ülkesini genişletme amacıyla, çevresindeki tüm devletlere ve Kordiyon (Kurdistan) ülkesine sefer düzenleyerek, emperyalist bir politika izlemiştir. Bu durumdan rahatsız olan Kordiyon Kralı Zarbenius (Zarabend), Romalı Komutan Lucullus’un doğuya sefer yapacağı haberini alınca, Ermenistan kralı Tigran’in baskısına karşı ittifak için Roma konsolosu Appius Claudius yoluyla Roma generali Lucullus’la gizlice irtibata geçmiştir. Bundan haberdar olan Tigran, Lucullus gelmeden önce Zarbenius’u, karısını ve çocuklarını bir suikastle ortadan kaldırmıştır. Romalı Lucullus Ermenistan ve Kürdistan’a girdiği vakit, Zarbenius’un sarayına giderek kendisi için büyük bir cenaze töreni düzenlemiş ve devlet hazinesinden tek bir altın bile almayarak, Kralın hayatta kalan aile üyelerine bırakmıştır. Bundan büyük mutluluk duyan Kordiyon Halkı Lucullus’a şükranlarını ileterek, kendisi uğruna ölmeye hazır olduklarını ilan etmişlerdir.

19. Yüzyıl başlarına kadar olan süreç:

Ermenilerin Kürtlerle olan ilişkileri milattan önceki ilk beş yüz yılda böyle başlamış ve gelişmiştir. Ermeni Krallığı çok kısa ömürlü olmuş ve Ermenistan ismi bir bölge ismi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Lucullus ve onu takip eden Romalı Komutanlar, Partlar ve Persler ile kendi aralarında bulunan Kürtleri ve kuzeydeki Ermenileri bir nevi etten sınır kaleleri olarak kullanmış ve bu durum Doğu-Batı medeniyetleri arasındaki yaklaşık 2000 yıllık mücadelenin ve sınır boyları tarihinin başlangıç noktasını oluşturmuştur. Kürtler ve Ermeniler, iki güçlü imparatorluğun ortasında bir sandviç gibi ezilmiş, siyasi çalkantıların dönemsel etkilerini süzmeye ve öngörmeye çalışarak hayatta kalmaya uğraşmışlardır. Burada Ermenilerin hem köken hem de dinsel olarak daha sonra Romalıların etkisiyle kabul etmiş oldukları Hristiyanlık dininin etkisiyle, dindaşları olan Romalılar tarafına meyletmeleri kaçınılmaz olmuştur. Aynı durum ve olgular Kürtlerin de Perslerin tarafında yer almaları sonucunu doğurmuştur. Ama Xaldîler döneminin haricinde büyük bir Kürt-Ermeni çatışmasından bahsetmek mümkün değildir.

Bu süreç Arap-İslam Ordularının Kürdistan’ı fethetmeye başladıkları 640’lı yıllardan itibaren köklü olarak değişmeye başlamıştır. Arap-İslam Orduları Kürdistan’a tam da Sasani-Bizans sınırını takip eden çizgiden, El-Cezire bölgesini ele geçirerek, birbiriyle savaşmaları sebebiyle iyice güçten düşmüş olan bu İmparatorlukları, en zayıf dönemlerinde, kendilerinin de en diri oldukları bir dönemde yakalamışlardır. Bu sebeblerden dolayı, yapılan savaşlarda, Sasani Devleti tarihten silinmiş, Bizans Devleti ise Fırat’ın doğusuna çekilmek zorunda kalmıştır. Kürdistan’da ise idari yönetim yeni baştan düzenlenmiş ve üç bölge şeklinde yönetilmeye başlanmıştır. Kürtlerin İslamiyetle tanışmaları ve İslamiyeti kabul etmeleri ise ayrı bir tartışma konusudur. Kimi bölgelerdeki halk, uzun yıllar maruz kaldıkları Bizans ve Sasani baskısından kurtulmanın yolunu İslam’a geçmek olduğunu düşünerek ve bu yeni dinin vermiş olduğu mesajlardan etkilenerek gönüllü olarak İslam’ı kabul etmişlerdir. Kürtlerin geri kalan kısmı ise uzun yıllar İslam Ordularıyla savaşmalarına rağmen, zaman içerisinde kitleler halinde, çok da gönüllü olmadan, birçok tarihçinin yazdığı ortak kanaat gereğince baskılardan kurtulmak amacıyla İslam’a geçmişlerdir. Daha Sonra Sasanilerin yerini alan İslam İmparatorluğu Doğu Medeniyeti’nin yeni temsilcisi olduğunu ilan etmiş ve Bizans ile yıllarca sürecek çatışmalar başlamıştır. Sınır boyları yine Fırat ve Dicle’nin kıyıları boyunca uzanmakta ve iki halk tekrar aynı kısır döngü içerisinde yer almaya devam etmişlerdir.

Bu durum Emevi ve Abbasi hanedanlıkları döneminde de devam etmiş, Kürtler ve Ermeniler Kürdistan’da Büveyhi ve Mervani, günümüz Ermenistan ve Azerbaycan sınırları içerisinde de Rewadi ve Şeddadi Kürt devletleri içerisinde yaşamaya devam etmişlerdir. Daha kuzeyde ve doğuda (günümüz Ermenistanı) ise Bizansa bağlı yerel Ermeni Hanedanları içerisinde de aynı şekilde yaşamışlardır. Kürtler çoğunlukla benimsedikleri İslam dinine ve geri kalanları ise eski inançları olan Êzdilik dinine bağlı olarak yaşamakta, Ermeniler ise Hristiyanlık dinine bağlı olarak yaşamlarını sürdürmekte idiler. Lokal olaylar dışında bu dönemde de büyük çatışmalardan bahsedilemez. Milattan sonra 1000 yıllık uzun bir dönem daha, her iki halk da genelde huzur ve barış içerisinde , kültürel ve dini çoğulculuk içerisinde yaşamıştır. Ve ikinci binyılın ortalarından itibaren Asya’dan gelen Türk göçleri bölgenin demografik ve siyasi yapısını kökten değiştirmiştir. Türklerin bölgeye gelmeleri ve yerleşmeleri ile büyük kırılmalar yaşanmış, onlardan sonra yine Asya steplerinden bölgeye yağma amaçlı gelen Moğollar zamanında ise deyim yerindeyse bölgenin canına okunmuştur. Özellikle Moğolların yaptıkları tahribat uzun yıllar boyunca her iki halkın da bellerini doğrultamamalarına sebebiyet vermiştir. Moğolların yaptıkları tahribatlar ayrı bir yazı konusudur, değinip geçeceğiz. Zaten tarih onları yargılamış ve layık oldukları yere yerleştirmiştir. Bizler için önemli olan Selçuklu ve Osmanlı dönemleridir.

Bu iki dönem ve de özellikle Osmanlı dönemi iki halkın ilişkileri açısından en önemli yeri tutmaktadır. Selçuklular Malazgirt Muharebesini kazanarak, Bizanslıları Kızılırmak’ın doğusuna itmiştir. Uzun yıllar boyunca Bizans egemenliğinde kalan bölge, artık Bizans’ın adını ve varlığını bir daha duymayacaktır. Selçuklular, daha yeni kabul ettikleri İslam dininden dolayı Kürtlerle din kardeşliğini kullanarak ittifak yapmış, Kürt Mervanilerle güçlerini birleştirerek Bizans’ı Anadolu’dan bir daha dönmemek üzere çıkarmışlardır. Ne yazık ki çok kısa bir süre sonra bu yardımlarını unutarak Kürt Mervani Devleti’ne son vermişler ve Anadolu Selçukluları döneminden itibaren Kürdistan ve Ermenistan Türkmen Beyliklerinin yönetimine girmiştir. Daha sonra Kafkasya Kürt Aşireti Rewadilerin etkin bir ailesinden olan Selahaddin Eyyubi, amcası Şêrko’nun (Kürtçede Dağ Aslanı demektir) büyük katkısıyla bir İslam İmparatorluğu kurmuş ve Kürtler bu ortamda nispeten nefes alma şansına sahip olabilmişlerdir. Eyyubilerin, zaman içerisinde güç kaybetmeleri sonucunda yerel Kürt mirlikleri ve de özellikle Eyyubi ailesinin kalan hanedan aileleri bulundukları bölgelerde kısmen de olsa bağımsızlıklarını sürdürebilmişlerdir. Bu durum Osmanlı’nın 1514’de Çaldıran’da Safevilere karşı kazandığı büyük zafere kadar böyle sürüp gitmiştir.

Bu yıldan sonra Kürt Beylikleri yaklaşık 300 yıl boyunca bağımsız ve yarı-bağımsız olarak yaşamayı bilmişlerdir. Aralarında bu 300 sene boyunca birlik kuramamaları halen tartışılan ve eleştirilen bir konudur. Ermeniler ise 10. yy’dan itibaren yerel hanedanlarının sahip oldukları iktidarları bir daha canlandırma şansına sahip olamadılar. Ama bu yerel beylik ve devletlerin yönetimlerindeki önemli makamlarda yer edindiler. Akkoyun ve Karakoyun Devletleri’nin çatışmaları, ardından Safevilerle Osmanlıların çekişmeleri bölgeyi tekrar ateş topuna çevirdi. Bu dönem de Çaldıran Savaşı ile son buldu. Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim meşhur İdris-i Bitlisi aracılığıyla Kürt Beylikleriyle akıllıca bir ittifak yaparak, Safevi Şahı İsmail’i mağlup etti. Artık Kürdistan yeni bir döneme girmişti. Bağımsız ve yarı bağımsız statülerini tekrar elde eden Kürtler yaşamlarını nisbeten memnun olarak sürdürdüler. Ama 2000 yıllık kısır bir döngü, yine bu uzun dönemin iki süper gücü arasındaki sıkışmışlık, bunun sürmesine izin vermedi.

Özellikle 19.yüzyılın başlarından itibaren Balkanlardaki hezimetler ve toprak kayıpları sonucu Osmanlı gözünü Kürdistan’a dikti ve Tanzimat sonrası merkezileştirme politikaları gereğince tüm gücünü doğuya sevketmeye başladı. Zira Rusya tehlikesi baş göstermiş ve batıda sömürdüğü topraklar elinden çıkmış, yeni topraklara ve insan-asker gücüne ihtiyaç duymaya başlamıştı. Mısır’daki Kavalalı M. Ali Paşa ise ayrı bir dertti. Osmanlı, temellerinin kökünden çatırdığına şahitlik ediyordu. Elinde kalan doğu topraklarından olan sömürgesi, hatta yarı sömürgesi olan Kürdistan’ı yeniden fethetmek için üst üste ordular doğuya doğru yola çıkmaya başladılar. Rus faktörü de devreye girince, bölge, büyük güçlerin emperyalist amaçlarının oyun sahası haline gelmekte geç kalmadı. Halklar artık emperyalist çıkarlar için birbirine kırdırılmaya hazırlanıyor ve bunun altyapısı hiç de hissettirilmeden sahneye konuyordu. Fransız İhtilalinin getirmiş olduğu yenilikçi ve milliyetçi fikirler de özellikle devlet kademesinde etkin rol alan ve Avrupa ülkeleriyle daha çok ilişki kurma şansına sahip eğitimli-elit Ermeniler arasında yankı buluyor ve gelecekteki kan ve acı dolu yılların bir ön hazırlığı şeklinde hayata geçirilen bu planlar maalesef halkların arasına tamiri imkansız kırılmalar yerleştirmeye başlıyordu. Şimdi, iki halk için en önemli ve en şanssız olarak nitelendirdiğimiz bu dönemi tahlil etmeye başlayalım.

19. Yüzyılın başlarından günümüze:

19.yy.’ın başlarından itibaren Osmanlı, yaklaşan Rus tehlikesini ve Mısır’da yaşanan gelişmeleri de göz önünde bulundurarak güçlerinin önemli bir kısmını Sivas’ın doğusuna kaydırmaya başladı. Bunda amaçlanan esas gaye, Rusların güneye inmek için kullanabilecekleri tek yol olan Ermenistan ve Kürdistan coğrafyalarını kontrol altında tutmak, bu bölgelerde Fransız İhtilali’nin sonuçlarından ve yaydığı özgürlükçü-milliyetçi duygulardan etkilenmesi muhtemel halkların hayata geçireceği kalkışmaları daha başlamadan ezmek ve oralardan elde edebildiği kadar asker toplamaktı. 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Osmanlılara faturası ağır oldu. Mısır’daki Kavalalı İsyanı ve özellikle Güney ve Orta Kürdistan’daki mirliklerde yaşanan gelişmeler, bu mağlubiyetle çok daha büyük önem kazanmaya başladı. Rusların Doğubeyazıta’a kadar inmiş olmaları da, Osmanlı’nın artık çaresizce tüm şartları kabul etmesi gerektiğini gösteren ve emreden bir durumdu. Çok ağır şartlar altında imzalanan Edirne Antlaşması, bunun en belirgin göstergesiydi. Yunanistan bağımsızlığını elde etmişti ve bu gelişme Osmanlı idaresinde yaşayan özellikle tüm gayrimüslim milletler için bir özenilen bir örnek teşkil etmekteydi. Ermenilerin de bu gelişmelerden etkilenmediği söylenemez. Millet-i Sadıka payesinin verilmesinde en önemli rolü oynayan Osmanlı Devlet kademesindeki elit ve nisbeten daha zengin olan Ermeni önde gelenlerinin çocukları ve onlarla beraber aynı okullarda okuyan orta sınıf Ermenilerin çocukları arasında zaman içerisinde bir özgürlük fikri gelişmeye başlamıştı. Milliyetçilik fikirleri ve yılların getirmiş olduğu ezilmiş toplum psikolojisi bu aydınlanmanın lokomotifini oluşturuyordu.

Bu lokomotifin itici güçlerinden biri olan din faktörünü de buraya eklememiz gerekir. Özellikle Ortodoks Ermeni Kilisesi’nin ve papazlarının dini fanatizmi de kullanarak bu sürece katkı yaptıkları tarihi bir gerçektir. Emperyalist Devletler, amaçları için her olguyu kullanmakta ustadırlar. Döneminin yayılmacılarından olan Çarlık Rusyası elbette ki bu gelişmelere seyirci kalmadı. El altından verdiği destek ve yönlendirmelerle, Ermeni Toplumu’nda ortaya çıkmış olan bu fikirleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaması zaten eşyanın tabiatına aykırıydı. Din kardeşliğinin verdiği ekstra destek de eklenince, pazıl tamanlanmaktaydı.


1877-78 (93) Harbine kadar Ermeni Elitleri arasında gelişen bu fikirler, gittikçe dallandı. Yalnız Ermeni halkı için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Sınırlı bir kesim arasında gelişen bu düşünceleri halk arasında yaymak için 1890’lı yılları bekleyeceklerdi. Başlangıçta haklı olan bu düşünceler, zamanla din faktörünün de devreye girmesiyle, yüzyıllarca beraber yaşadıkları halklara doğru evrilmeye başladı. Bu halkların en önemlisi de en yakın komşuları olan Kürt Halkı idi.

Kürtler ise, ülkelerinde 1830’lu yıllardan başlayan “yeniden fetih” harekatının kurbanları olmaya daha yeni başlamışlardı. Çaldıran’dan sonra nisbeten bağımsız olarak yaşamaları ve tarihin derinliklerinden gelen bağımsız yaşama arzularının hayat bulmuş olması onların bu yıllara kadar önemli bir hareket hayata geçirmelerine engel oluyordu. Bunda yerel Mirliklerin de biribiriyle devamlı çatışma halinde olmaları büyük etkendi. Birlik oluşturmak yerine Mirlerin” küçük olsun, benim olsun” politikasını benimsemeleri de önemli bir faktördü. Batıda ortaya çıkan özgürlükçü-milliyetçi fikirlerin ise Kürdistan’a ulaşması neredeyse imkansızdı. Zira dağlarında, aşina oldukları bağımsız yaşama tutkusu, hemen hemen tüm Kürtleri dünyadan izole ve yalıtılmış halde tutmaya sebeb olan en önemli etken idi. Bu faktörlere rağmen bazı Kürt Mirleri Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumu biliyor ve bu durumdan yararlanmanın yollarını arıyorlardı.

İlk hareketi 1800’lerin başında Baban Miri Abdurrahman Paşa başlattı. On yıl içerisinde Osmanlı, İran ve Rusya arasındaki çelişkilerden faydalanarak bayağı güçlü konuma ulaştı. Kürt bağımsızlık hareketinin ilk kaynağı olarak bilinen bu hareket, İngilizlerin de dahliyle 1830’lu yılların başında tasfiye edildi. Daha sonra sahneye çıkan ünlü Rewanduz Miri Muhammed (Mîr Mihemedê Soran) Kürdistan’ın birçok bölgesini denetimi altına aldı. Başlangıçta önemli yol kateden Mir Muhammed, etkinliğini artırınca esas hedefini unutup, etrafındaki Kürt beyliklerine ve özellikle de Êzdî Kürtlere karşı harekete geçti. Burada, bu sefer Kürtler arasındaki din faktörü ortaya çıkmaktadır. Kendi aralarında birlik oluşturmak yerine, isyan ettikleri dönemlerde bile dini fanatizm engelleyici bir unsur olmuştur. Bu tip hareketleri Mir Muhammed’in yavaş yavaş müttefiksiz kalmasına ve en sonunda Osmanlı Orduları’na karşı mağlup olarak öldürülmesine kadar vardı. Botan Beyi Bedirhan da daha sonra hayata geçirdiği bağımsızlık savaşında aynı hataları tekrarlamıştır. Haklı gerekçelerle ve doğru olarak başlayan hareket, yine dini fanatizmin etkisinde kalarak civarda yaşayan gayrimüslimlere yönelmiş, özellikle Nasturilere karşı yapılan katliam Batılıların tepkisini çekerek, Bedirhan’ın yalnız kalmasına sebeb olmuştur. İç çelişkiler ve Êzdî Kürtlere tekrardan yapılan saldırılar bu hareketin de yalnız kalmasına ve sonunun gelmesindeki en büyük etkenlerdir. Bedirhan’ın ordusunda bulunan Ermeni birliklerinin de Nasturi ve Êzdî katliamlarına katıldıkları da ayrıca bilinen bir durumdur. Her nedense bu gerçekler unutulmuş ve tarihin tozlu raflarına kaldırılmıştır. Hareketlerdeki milli bilinç eksikliği ve dini fanatizm etkileri kesinlikle yok sayılamaz. Bedirhan’ın yenilmesi ve akabinde sürülmesinde önemli rol oynayan yeğeni Ezdîn Şêr ise yaklaşık 8 sene sonra isyan bayrağını devralmış ama o da, aynı yolu izleyerek önce Bitlis Mirliğine saldırmış, böylece Kürtler arasında birlik sağlama yerine çelişkiler ortaya çıkararak amcazadesiyle aynı kaderi paylaşmıştır.

93 Harbine kadar Ermeniler bu isyanları daha çok uzaktan seyretmekle yetinmiş ve özellikle şehirlerde yaşayan orta ve üst sınıf Ermeniler, daha çok Osmanlı’nın tarafında yer alarak “Millet-i Sadıka“ teriminin Osmanlı’da daha da kuvvetlenmesine sebeb olmuşlardır. Bu tavırda Kürt Beylerinin gayrimüslim topluluklara yönelmesinin de etkileri olduğu göz ardı edilmemelidir. Toplumlar arası çelişki ve her iki toplumda da bulunan fanatikler, beraber hareket etme tavrının sergilenmesine engel olmuşlardır. Ama en önemli etkenin, şehirli Ermeni nüfusun bu hareketlere, rahatlarının bozulmaması için uzak durmaları olduğu söylenebilir. 93 Harbinden sonra ise özellikle yukarda bahsettiğimiz Ermeni elitlerinin ve orta sınıfının çocukları arasında zaman içerisinde gelişmeye başlayan fikirler neticesinde, Çarlık Rusya’nın da telkin ve vaatleri doğrultusunda bir Ermeni Özgürlük hareketi gözle görülür biçimde büyümeye başlamıştır. Berlin Konferansı’nda alınan kararlar bu süreci hızlandırmıştır. Özellikle yeni kurulan Ermeni Partileri ( Taşnak, Hınçak, Armenegan ve Ramgawar partileri) Rusya’nın ve bazı batılı devletlerin kendilerine vadettiği “Büyük Ermenistan” devletinin kurulmasını sağlamak amacıyla fikirlerini halk arasında yaymaya başlamış ve özellikle Taşnak ve Hınçak Partileri bu amaç doğrultusunda, esas yönelmeleri gereken güç olan Osmanlı’yı daha sonraya bırakarak, kendilerine en büyük engel olarak gördükleri Kürtleri bu devletlerin yardımıyla tasfiye etmeyi ve öncelikle onların güçlerini kırmayı hedef edinmişlerdir. Bu amaç doğrultusunda içlerinden seçtikleri devrimci kadroları Kürdistan’a göndererek, öncelikle burada ses getirecek eylemlerle olaya uluslarası kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmışlardır.

İlk eylem yeri olarak da Kürtler ve Ermenilerin yüzyıllar boyunca barış ve huzur içerisinde yaşadıkları, elbirliğiyle Osmanlı’nın girmesine asla izin vermedikleri Sason bölgesini seçmişlerdir. Sason, Kürdistan’ın belki de en sarp coğrafyasına sahip dağlık bir bölgedir. Daha 1830’lu yıllarda asker toplama bahanesiyle Osmanlı Paşaları olan Mehmet Reşit ve daha sonra Hafız Mehmet Paşalar eliyle fethedilmeye çalışılmış ve bu çaba Sason Halkı’nın ortak direnişiyle başarısız olmuştur. Böylesine zor bir coğrafya’nın seçimi elbette ki bilinçlidir. Bunda amaçlanan, öncelikle savaşçı bir ruha sahip Sason Ermenileri vasıtasıyla ilk ateşi yakmak ve böylece tüm Kürdistan’da bir savaş ortamının oluşturulması ile Batılıların ve Rusya’nın dikkatini bölgeye çekerek, ulaşılmak istenen amaca yaklaşmaktır. Bu sebeble önce Mihran Damadyan adında Muşlu bir Ermeni devrimci olan, o zaman Sason’da görev yapan bir öğretmenle irtibata geçerek, harekete geçmesi istenir. Damadyan, ”Birleşik Örgüt” ün bir üyesidir. Halkı örgütleme çabaları zamanla, onları Kürtlere karşı saldırmaya teşvik etme halini alır. Kürt köylerine yapılan saldırılar ve katliamlar neticesinde iki halk arasında ilk düşmanlık tohumları ekilmeye başlar. Bu gelişmelerden haberdar olan Sasonlu Kürtler, Sason çatışmalarına katılır ve yaklaşık 2 sene süren çatışma ve savaşlar neticesinde her iki taraf da çok büyük kayıplar verir. Durumun vahim bir hal alması ve Batılı ülkelerin baskısı sonucu, aslında halkların birbirini kırdığı bu uzun süreli çatışmalardan hiç de şikayetçi olmayan Osmanlı, mecburen müdahale eder ve Damadyan tutuklanarak, İstanbul’a gönderilir. Bu müdahale yeterli olamaz ve iki halk arasındaki çatışmalar, Osmanlı Ordusu’nun da katılımıyla daha kötü bir hal alır ve büyük kayıplar verilir. Özellikle her iki tarafın sivil kayıpları durumun vehametini anlatmak için yeterlidir. Yüzyıllardır barışın ve huzurun kaim olduğu, halkların birbiriyle saygı ve haklara hürmet ile yaşadıkları kadim Sason bir kan gölü haline gelmiştir. Daha sonra isyanın sürdürülebilmesi amacıyla Hınçak Partisi , Kilikyalı bir Ermeni doktor olan Murad kod adlı ünlü Hamparsum Boyacıyan’ı bölgeye gönderir. Murad’ın gelmesiyle bölgedeki durum daha kötü bir hal alır ve karşılıklı kıyımlar artarak devam eder


Burada önemli olan nokta, Sason Halkı’nın huzur ve barış içerisinde süren hayatının Damadyan ve Murad gibi aslen Sasonlu olmayan ve dışarıdan gönderilen milliyetçi Ermeniler tarafından bozulmasıdır. Burada asıl amaçlanan, Sason’un bağımsızlığı değildir. Zira Sason coğrafya olarak Kürdistan’ın tam ortasında ve dört tarafında Kürtlerin meskun olduğu bir coğrafyada yer tutmaktadır. Burada muhtemel bir başarı elde edilse bile –ki bu başarı nisbeten sağlanmıştır- çok kısa ömürlü olacağı aşikardır. Buradaki esas amaç halklar arasına düşmanlık tohumları ekilerek, gelecek yıllardaki toplu bir başkaldırının temellerini atmaktır. Bu sebeble dışarıdan milliyetçi Ermeniler bu senaryoyu başlatmak amacıyla Sason’a gönderilmişlerdir. Ermeni ve Kürtlerden oluşan Sason Halkı bu senaryoya kurban edilmiş ve büyük sivil kayıpları yaşanmıştır. Sözlü tarih ve kaynaklar bunları detaylı olarak kayda geçirmiştir.

Ermeni literatüründe önemli yer tutan Sason Meseleleri bu yönüyle maalesef ele alınmamaktadır. Yapılan yorumlar, Kürtlerin hiçbir sebeb yokken, saldırıya geçtikleri ve sivilleri katlettikleri şeklindedir. Burada Ermeni çetelerin Sason’u iki yıl boyunca elde tuttukları ve başarılı oldukları da anlatılmaktadır. Kürt yerleşimleri Ermenilerin elinde yaklaşık iki yıl boyunca kalmıştır. Buradaki sivillerin başına gelenler tahmin edilebilir ve bunları Kürt sözlü tarihi kayıt altına almıştır. Bu sözlü anlatımlar elbette birgün yazılı hale getirilecek ve yayınlanacaktır. Kürtlerin tarihi yazılı halde kaydetme alışkanlıkları olmadığı, bu olayların yaşanmadığı anlamına gelmez. Tarihin şahitliğini Kürtler kadar Ermeniler de bilmektedir. Başka bir ayrıntı daha vardır. Nedense 1890 öncesi yaklaşık 2000 yıl boyunca halklar arasında Sason’da elle tutulur bir olay yaşanmamıştır. Bu önemli bir detaydır. Ermeni partilerinin gönderdikleri üyeleri, halkları birbirine kırdırarak büyük bir suç işlemişlerdir. Ama burada amaçladıkları şeye ulaştıkları söylenebilir. Sason olayları, Kürt-Ermeni, ilişkilerinde bir kırılma noktası olmuştur. Halklar arasındaki nefret giderek çoğalmış ve yakın bölgelere de sirayet etmiştir. Bir diğer ayrıntı da Murad kod adlı Hamparsum Boyacıyan’ın 1908 seçimlerinde Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na seçilmiş olmasıdır. Bu ayrıntı bazı olayları açıklamakta önemle üzerinde durulması gereken önemli bir gerçektir.




Hanasor (Xanasorê) Ermeni Eylemi bu halkları birbirine karşı kışkırtma amaçlı yapılan provokasyonlara en güzel örnektir. Nedense milliyetçi Ermeniler ve onların mağduriyet ve mazlumiyetlerini sebeb göstererek Kürtleri tarihin en barbar milleti olarak göstermekten imtina etmeyen bazı Kürtler bu acı olayı bilmemekte, daha doğrusu hatırlamak istememektedirler. 25 Temmuz 1897 yılında Ermeni Tarihi’ne Hanasor Eylemi olarak geçen ve gururla üzerine marşlar bestelenen Ermeni epiği olayında neler yaşandığı tüm yönleriyle kayıt altına alınmıştır. Dönemin Ermeni milliyetçileri bile bu kanlı eylemi ve o eylemde katledilen Mazrik Aşreti Kürtleri’nin uğradığı katliamı eleştirmişlerdir. Taşnak Partisi tarafından hayata geçirilen bu eylemde en az 40.000 Kürt katledilmiştir. Burada dikkat çeken olgu, Kürtlerin kendi içlerinden çıkmış olan katiamcıları ve servet düşkünlerini haklı olarak dışlamaları ve eleştirmeleri iken, Ermenilerin ise kendi içlerindeki bu tip insanları Ulusal Kahraman olarak nitelendirmeleri ve adlarına marşlar bestelemeleridir. Malesef bu tip kanlı olaylar halkların arasındaki mesafenin gitgide açılmasına ve düşmanlıkların artmasına sebeb olmuş, ilerde yaşanacak olan çok daha büyük kıyımların altyapısını oluşturmuştur. Bu asla inkar edilemeyecek tarihi bir olgudur.




Katliamların Kürtler tarafından organize edildiği ve işlendiği iddiasına en önemli dayanak ise bilindiği gibi Hamidiye Alaylarıdır. Hamidiye Alayları’nın bilerek oluşturulan bu kaos ortamında kuruldukları ve şahsi menfaatleri uğruna birçok kıyım yaptıkları asla inkar edilmemelidir. Burada önemli olan bu alayların Abdülhamit tarafından neden ve nasıl kurulduklarını bilmektir. Bir diğer önemli olgu ise, bu alaylara Kürt Aşiretlerinin kaç tanesinin iştirak ettiğin bilinmesinin gerekliliğidir. Hamidiye Alayları, esasta Rus sınırında, sınır muhafızları olarak, sınır boylarında yaşayan Müslüman Kürt Aşiretlerinden teşkil edilmiştir. Daha sonra kapsamı genişletilerek, Rusların Ermeniler üzerinde hayat geçirdiği alay tarzı birimler halinde Rus ve Ermeni tehdidine karşı, onların karşısında kullanılmak üzere tekrar düzenlenmiştir. Bir nevi Rus Ordusundaki Kazak Taburları örnek alınmıştır denebilir. Abdülhamit bu alaylar sayesinde bir taşla iki kuş vurmayı amaçlamıştır. Önceliği Ruslara ve Ermenilere karşı hazır bir kuvvet bulundurmak olmasına karşın, Kürt Ulusal Hareketlerine karşı da her zaman kullanabileceği bir güç oluşturmak istemiştir. Osmanlı tarihindeki bir ayrıntı bu politikanın daha 1840’lı yıllarda, Hamidiye Alaylarının kuruluşundan 50 sene evvel, Ermeniler üzerinden tatbik edildiğini bize anlatır. Günümüz Malatya-Akçadağ ilçesinde başkaldıran Kürtler karşısında zor duruma düşen Osmanlı, çareyi “dönemin Hamidiyeleri” olarak isimlendirilen “Vankuli Ermeni Birliklerini” Akçadağ Kürtlerinin üzerine göndermekte bulmuştur. Vankuli Ermenilerinin bu bastırmadaki katkıları bilinmektedir. Bu olay yine Ermeni-Kürt ilişkilerinde bir kırılma noktası olarak kayıtlara geçmiştir.




Osmanlı, ayrıca Kürt Aşiretleri arasındaki çelişkilerden de faydalanmasını bilmiş, düşman aşiretlerden bazılarını silahlandırıp, askeri ve siyasi güç verirken, öte yandan alaylara katılmayı reddeden karşıt aşireti ise itibarsızlaştırarak, aralarında oluşabilecek olası bir birliğin önüne geçmeye çalışmıştır. Abdülhamit’e Kürtler arasında “Bavê Kurdan” denmesi iddiası koca bir yalandır. En önemli Kürt Hareketi olarak sayılan Şeyh Ubeydullah Hareketi, Abdülhamit’in entrikalarıyla pasifize edilmiştir. Hamidiye Alayları sadece Ermenilere karşı değil, belki de daha yoğunluklu olarak isyan eden Kürtlere karşı kullanılmıştır. Bu alayların kuruluş aşamasında büyük umutlar beslenmiş, geniş çaplı çalışmalarla birçok tugay ve tümen teşkil edileceği İstanbul’a rapor edilmiştir. Ama umulan olmamış ve bunda amaçlanan gerçeği fark eden birçok aşiret lideri, gerçekleri fark ederek, özgürlüklerini sırlandırma gayesini de görerek bu yapıya katılmamışlardır. 51 büyük aşiretten sadece 13 tanesi bu alaylara katılmıştır. Bu 13 tanesinin de katılımı sağlıklı değildir. Köylerinden toplanan aşiret üyeleri en küçük fırsatta firar etmişlerdir. Zira Kürt yaşam tarzının tam aksinde olan bu yapı Kürtlerin ezici çoğunluğu tarafından dışlanmıştır. Zorbalık ve şiddeti araçsallaştıran bu alayların bir kısmı, din veya ırk farkı gözetmeden tüm halklara eziyet etmeyi meslek edinmiştir. Bu şekilde zenginleşmenin ve güç sağlamanın yolunu bulmuşlardır. Örnek vermek gerekirse, Hoşap’da meskun Kürt Aşiretlerine saldıran bir kısım Hamidiyeli büyük bir kıyım yapmış ve burada yaşayan halkın tüm zenginliklerine el koymuşlardır. Bu ve benzeri birçok olay Hamidiye Alayları’nın milli bilinçten yoksun ve menfaat peşinde olan kişiler tarafından sevk ve idare edildiklerini anlatmak için yeterlidir. Bu alayların bazıları, mülki amirlerle ortak olarak da bu eylemlerini hayat geçirmişlerdir. Kısacası bu alayların da Kürt-Ermeni çelişki ve düşmanlığının oluşumuna verdikleri büyük katkı inkar edilmemelidir.




Kürdistan’da tarihin belki de en kötü dönemleri yaşanmaya başlamışken, 1909 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti, kurmay başkanlığını Mustafa Kemal’in yaptığı hareket ordusuyla İstanbul’a gelmiş ve 31 Mart Vakasını sebeb göstererek iktidarı askeri bir darbe ile ele geçirmiştir. Bu cemiyetin içinde, özgürlük fikirlerine aldanan birçok Kürt-Ermeni aydını ve ileri geleni de yer almıştır. Özellikle Taşnaklar, İttihatçılarla yaptıkları seçim ittifakı sonucunda, İTC listelerinden 14 Mebusluk kazanmaya muvaffak olmuşlardı. Ermenilere karşı yapılan ve birçok sivil Ermeninin katledildiği Adana Olaylarından sadece bir ay sonra, İttihatçılar ve Taşnakların ittifakıyla 158 kanun ve tasarının meclisten geçirilmesi de çok ilginç bir durumdur. Bu kadar büyük bir Ermeni katliamından sonra bu ittifakın nasıl olur da hayata geçtiği veya geçirildiği ayrı bir tartışma konusu olmalıdır. İttihatçı-Taşnak ittifakı her ne kadar diğer Ermeni çevrelerinden onay almamışsa da önemli bir ittifak olarak, İTC’nin devlet yönetimine yerleşmesinin en önemli dayanak noktalarından birisidir. Başta bir özgürlük hareketi olarak lanse edilen İTC zaman içerisinde iktidarını güçlendirerek, esas ideolojisi olan Türkçülüğü ortaya çıkarmakta bir beis görmemiştir. Bunu geç de olsa fark eden Kürt ve Ermeni aydın-ileri gelenleri, yaptıkları hatanın farkına varmış lakin geç kalmışlardır. Enver, Talat ve Cemal Paşaların ortak politikası, Türkçülük temelinde hayat bulması planlanan yeni bir sistemle yola çıkmak olmuştur. Türkleştirme ve tek tip politikaları daha o günden köklerini salmaya başlamıştır. Bu amaç uğruna halkaları birbirine düşürme amaçlı ilk politikalarını daha 1909 yılının başlarında hayata geçirmişlerdir. Daha 1909 yazında Ermeniler ve Kürtler arasında çelişki ve düşmanlık yaratmaları amacıyla Doğu Vilayetlerine ajanlar göndermişlerdir. 1914 Yılında başlayan birinci paylaşım savaşı ise bu şahısların planlarını yürürlüğe koymak için bekledikleri fırsatı altın tepsi içerisinde önlerine sunmuştur. İleri gelen ve aydın Kürtler başka çareler aramaya koyulmuş, Ermeniler ise sırtlarını Rusya’ya dayamayı uygun görmüşlerdir.




İlk başlarda din enstrümanını öne sürerek Kürtler arasında, savaş boyunca katılım ve yardım sağlanmasını başaran İTC, daha sonraki politikalarıyla Kürt düşmanlığını açıkça ortaya koymuş ve Kürtleri bir nevi kurban olarak cephelerin en önüne sürmeye başlamıştır. Bu yolla Kürtlerden daha o yıllarda kurtulmanın planlarını yapan İTC yetkililerinin bu planlarından haberdar olan Kürt ileri gelenlerinden bazıları Rusya, bazıları da İngiltere ile irtibata geçmeye çalışmış ama bu çabalar sonuç vermemiştir. Özellikle Abdürrezzak Bedirhan ve Abdülselam Barzani’nin Rus desteği arama çabaları, Ermeniler tarafından engellenmiş, ilerde kurulacak muhtemel Ermenistan Devleti’nin önünde en büyük engel olarak gördükleri Kürtlerin, Ruslarla ittifak çabalarını daha ilk başlardan itibaren sabote etmeye çalışmışlardır. Bu tavrı hem Rus-Kürt ilişkilerinde, hem de İngiliz-Kürt ilişkilerinde görmek mümkündür. Kürtlerin yeminli Hristiyan düşmanları oldukları ve Osmanlı’yı destekledikleri propagandası istedikleri sonucu vermiş ve Kürtler bu kurtlar sofrasında yalnız kalmaya mahkum edilmişlerdir. Abdürreazzak Bedirhan anılarında ve otobiyografisinde bu gelişmelerden detaylı olarak söz eder. Desteksiz kalınca, çaresizlikten ülkelerine dönen Kürt Liderlerden Abdülselam Barzani Musul’da idam edilmiş, A.Rezzak Bedirhan ise, yapılan anti-propagandaların etkisiyle itibarsızlaştırılarak Tiflis’de gözetim altına alınmıştır. Daha sonra ise Osmanlılarca ele geçirilerek çoğu Kürt Aydını gibi katledilmiştir. Çaresizlik ve anti-propagandalarla ittifaksız bırakılan Kürtler, emperyalizmin üzerinde en çok durduğu topraklarını ve namuslarını korumak amacıyla Osmanlı’nın yanında saf tutmuş, deyim yerindeyse denize düşerken yılana sarılmıştır. Burada önemli bir etken olan din faktörü de unutulmamalıdır. Halifenin ordusunda, kafirlere karşı savaşmak propagandası etkili olmuştur. Aynı tavrı Ermeni Ortodoks Kilisesi’nde de görmek mümkündür. İşte tam da bu ortamda, kılçlar karşılıklı olarak bilenmiş ve binlerce yıllık komşuluk ve dostluğun yerini düşmanlıklar almaya başlamıştır. İngilizler ve Rusların anti-propogandların etkilerinde kalmaları sebebiyle güvenmediği ve Kürtleri düşman olarak algıladığı bir ortamda Kürtler bertaraf olmamak adına Osmanlı’nın tarafında yer almıştır. Buna tam gönüllü bir beraberlik denemez. Deyim yerindeyse zoraki bir evlilik olarak Osmanlı ile güçler birleştirilmiştir.




Birinci paylaşım savaşının başında Kafkas cephesinden hızlı bir giriş yapan Rus Çarlık Orduları, kısa süre içerisinde tüm bölgeyi işgal etmeyi başarmıştır. Daha savaşın başlarında, Rus Orduları Van ve Bitlis yörelerine inmeyi başarmıştır. Kendilerine destek veren Ermeni çeteleri ise Rusların işgal ettikleri bölgelerde sivillere geniş çaplı saldırılarda bulunmaya başlamışlardı. Bu hareketlerinin sebebini tahmin etmek zor değildir. Bilindiği gibi Kürt nüfusu her zaman Kürdistan’da çoğunluğu oluşturmuştur. Ermeni çetelerinin amacı bu orantıyı Ermeniler lehine çevirmek ve böylece amaçladıkları Büyük Ermenistan için nüfus avantajlarını kendi lehlerine çevirmekti. Rus Komutanlarının da bu hareketleri önlemek için inandırıcı önlemler aldıkları söylenenemez. Zira Abdürrezzak Bedirhan bu olayların önüne geçmek için çok çabalamış, örgütlediği Kürtler ile beraber çok defa şikayette bulunmuş, oluşturmak istediği Kürt-Rus ittifakına çok büyük darbeler vurulduğunu defalarca anlatmaya çalışmış ama dikkate alınmamıştır. Bu gerçeği anılarında açıklıkla dile getirmiştir. Ermeni Çetelerinin sivil Kürtlere uyguladıkları katliamı tüm ayrıntıları ile yazmış, elinden gelen tüm çabayı göstermesine rağmen bu olayların önüne geçememiş, bu çalışmalarından haberdar olan Ermenilerin şikayet ve propagandaları neticesinde Tiflis’e gönderilerek, izole edilmiş ve yetkileri elinden alınmıştır. Çünkü Ermeni parti ve çetelerinin liderleri çok iyi biliyorlardı ki Abdürrezak Bedirhan’ın Rus saflarında olmasının esas sebebi ilerde kurulması muhtemel olan Kürdistan’ın altyapısını Rusların desteğiyle oluşturmak istemesiydi. Bunu engellemek zaruriydi ve yapmaya çalıştıkları “nüfus çalışmasını” da engellenmesi ihtimalini göz önünde bulundurarak Abdürrezak Bedirhan’ı tasfiye etmeyi uygun bulmuşlardı. Kürtlerin yaşadıkları sadece bu kıyımlar değildir elbette. 1 milyonun üzerinde Kürt göçmen Rus ve Ermenilerin önünden kaçarak daha güneye, güvenli bölgelere ulaşmaya çalışmışlardır. Bu göçmenlerin bu yolculuklarda durumları kendilerinden de kötü olan güneydeki soydaşları tarafından doyurulmaları ve iskan edilmeleri elbette ki imkansızdı. Kıtlık baş göstermiş ve hastalıklar kol gezmeye başlamışlardı. Hasan Hişyar Serdi’nin anlatımlarına göre yollarda soğuk, hastalık ve Ermenilerin saldırıları yüzünden, bu bir milyonun üzerindeki nüfusun ancak yüzde onu bu tufandan kurtulabilmiştir. 1941 yılında Celadet Bedirhan’ın isteği doğrultusunda Ronahi Dergisi adına bir nüfus çalışması yapan H.Hişyar Serdî'nin bu konu hakkındaki çalışması ibretliktir. Savaşı yaşayan Kürt bölgelerinde, kilometreye 6-7 kişi düşerken, daha güneyde savaşın tesir etmediği bölgelere ise 20-25 kişinin düştüğünü ve bunun 1941 yılında bile halen aynı olduğunu belirtmesi, savaşın yıkıcı etkilerinin 25 sene sonra bile tamir edilemediğinin göstergesidir. Kuzeyde kalmayı seçenleri ise Rus ve Ermeni çetelerinin acımasız katliamları beklemekteydi. Kürdistan Halkı tarihin hiçbir döneminde kalmadığı kadar çaresiz kalmıştı ve büyük bir nüfus kaybolup gitmişti. Hasan Hişyar Serdi bu olayları birebir yaşamış bir Kürt siyasetçisidir, bu acı olayları tüm açıklığıyla kaydetmiştir. İbretle okunan anılarında insanların bazı durumlarda hayvanlardan da daha düşük profillerle hareket edebildiklerini yazmıştır. Burada yine eklenmesi gereken önemli bir ayrıntı daha vardır. İttihatçıların uyguladığı bir taktik gereği, basılan ve halkı katledilen köylerde Osmanlı askerleri, bazen Rus, bazen de Ermeni Çetecisi kılığına girerek bu eylemleri gerçekleştiriyorlardı. Suçüstü yakalandıkları da oluyordu ve “ bu köyü Ermeni köyü zannettik” dediklerine de şahit olunuyordu.

Cephelerde yaşanan kısa süreli el değiştirmeler esnasında ise durum tam tersine dönüyor ve bu sefer Osmanlı Ordusu asker ve milisleri karşı tarafa aynı olayı uyguluyordu. Ortalık cesetten ve kandan geçilmiyor, olan masum sivillere oluyordu. Bu arada İTC tehcir kanununu uygulamaya koydu. Ermeni çetecilerin ve Rus Ordusunun günahının sivil Ermenilere çıkarılmasının da habercisiydi bu kanun. Bilindiği gibi göçettirilen Ermenilerin büyük çoğunluğu yollarda katledildi, kalanlar hastalıklardan dolayı can verdi ve kurtulmayı başarabilen çok az bir kesim ise Rusya ve Suriye’ye sığınmayı başarabildi. Sonuçta binlerce yıl bir arada yaşama erdemini göstermiş olan halklar emperyalistlerin ve kendi içlerindeki işbirlikçilerinin kurbanı oluyor, bir zamanlar çiçek ve kuşlarla dolu olan dağ ve ovalarda artık çürümüş insan cesetlerinden geçilmiyordu.




1916 yılında yayınlanan “Ermeni Gazetesi”’ndeki bir haberde İTC’nin, Talat Paşa aracılığıyla daha o yıllarda bu insanlık dışı soykırımı Kürtlerin üzerine yüklemek istediği vurgulanıyor ve buna sebeb olarak da iki şey gösteriliyordu. Birincisi bu eleştiri ve tepkilerden kurtulmak, ikincisi ise Ermeni Gazetesindeki bir raporda belirtildiği üzere Kürt ulusal mücadelesini itibarsızlaştırılarak ilerde kurulması muhtemel bir Kürdistan’ın önüne geçmekti. Daha 1916 yılında, Ermeni Gazetesi’nin, olaylar ve düşmanlıklar en üst safhadayken bu tarafsız ve doğru raporu yayınlaması, bugün bazı kesimlerce oluşturulmak istenen düşmanca yaklaşım ve iftiralara cevap niteliğindedir.




Bu ve benzeri yayın ve politikalar özellikle Ermenistan’da 1970’lere kadar sürdürülmüştür. Ama 70’lerden sonra bu dostluk politikasının yerini maalesef düşmanlıkları körükleyen ve genç beyinleri kinle doldurmaya yönelik politikalar almıştır. Okul kitaplarından bu tip söylemler çıkarılmış ve soykırımın suç ortağı olarak Kürtler elebaşı gibi gösterilmeye başlanmıştır. Ermeni aydın ve öğrencilerinin bu politikadan etkilenmemesi düşünülemez. Bu durumu, kendisi de yıllarca Ermenistan’da yaşamış olan Ezîz ê Cewo tüm bileşenleriyle "Doğruları görmek lazım" adlı makalesinde dile getirmiştir. Bunun son yıllarda yürütülen bir politika olduğu ve özellikle Sovyetlerin dağılması ve Dağlık Karabağ sorununun gündeme gelmesiyle bu politikanın ve söylemin giderek sertleştiğini de kaydetmiştir. Bütün bunlar bir devlet politikasının işaretleridir. Bu politikalar ve söylemler devlet eliyle yaygınlaştırılmaktadır.




Bu politikalar artık söylem boyutunu aşmış ve fiiliyata da dökülmüştür. Ermenistan’da Müslüman Kürt bulmak neredeyse imkansızdır. Unutturulan ve adından artık pek kimsenin bahsetmediği tarihi bir Kürt yerleşimi olan Kızıl Kurdistan (Kurdistana Sor) bu fiiliyatın başlıca sebeblerindendir.İsmail Beşikçi’nin bu konu hakkındaki tespitleri önemlidir. “Kızıl Kürdistan, 1923’de, ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı doğrultusunda, Sovyetler Birliği yöneticileri tarafından, Azerbaycan’a bağlı bir özerk bölge olarak kurulmuştu. 1923-1929 yılları arasında yaşadı”.Kızıl Kürdistan’ın nasıl lağvedildiği ise bilinen bir gerçektir. Kemalist iktidar ile Sovyetlerin ve Ermenistan’ın bu tasfiyede önemli bir ortaklığı vardır. Kızıl Kürdistan bölgesinin içinde bulunduğu Dağlık Karabağ anlaşmazlığının faturası yine Kürtlere çıkarılmıştır. 1930’larda Kürtlere uygulana sürgün ve Soykırım politikaları, 1990’larda tekerrür etmiştir. Bugün Orta Asya’da vatanlarından binlerce kilometre uzakta yaşayan Kürtlerin hemen hepsi bu bölgeden sürülmüşlerdir. Bölgede kalmayı başarabilen Kürtler ise ta Medlerden beri yaşadıkları anavatanlarından bu son savaş nedeniyle koparılıp atılmışlardır. “ Bu işgalden sonra, Ermeniler, yer isimlerini, tamamen, Ermeni isimlerle değiştirmişlerdir. Kürtçe olan isimleri yasaklamışlardır. Ermenistan’ın ve Azerbaycan’ın, “bölge Ermenidir”, “bölge Azeridir” diyerek, Kürtleri hiç anmadan, Kürt toprakları üzerinde böylesine çekişmeleri, dikkate değer bir süreçtir” demiştir.




Ermenistan Devleti’nde nisbeten Müslüman olmamalarından dolayı, daha rahat bir yaşam şansı tanınan Êzdî Kürtler için de son yıllarda benzer politikalar uygulanmaktadır. Kendilerine Êzdîliğin Kürtlükten ayrı bir etnisite olduğu ve konuştukları dilin ise Kürtçe değil, “Êzdîce!” olduğu empoze edilerek, Kemalistlerin 1930’lardaki asimilasyon politikalarına rahmet okutulmaktadır. Bu politika bilinçli Êzdî Kürtler tarafından tepki ile karşılansa da, bunlardan etkilenen Kürtlerin sayısı da gittikçe artmakta ve bu insanlar binlerce yıllık inanış ve milliyetlerinden uzaklaştırılmaktadır. Acı olan, bunun bir devlet politikası olarak yürütülmesidir. Tarihte uygulanan en büyük soykırımlardan birini yaşamış olan bir milletin yöneticilerinin, böyle bir şeye tevessül etmeleri bilimsel olarak açıklanabilir mi, ya da mazlumluktan zalimliğe evrilme savını destekler mi, ayrıca düşünülmesi gereken bir konudur. Son yıllarda Zazaların etnik ve filolojik olarak Kürtlerden ayrı bir millet oldukları ve bazı kesimlerce Ermenilerle yakın akrabalıkları olduğu şeklinde sunulan, bilimsel gerçeklere aykırı olan bir başka politika daha bilinmektedir. Bu politikayı Êzdîlere ve Kurdistana Sor’daki Kürtlere reva görülen uygulamalardan ayrı düşünmemek gerekir. Bunların toplamından, son 30 yılda yürürlüğe konulan yeni ve halkları birbirine düşürme amacındaki tehlikeli bir siyasetin emekleme aşamaları sonucu elbette ki çıkarılabilir. En azından Kürt toplumunda, Ermenistan ve Diaspora’nın tasvip edilmesi mümkün olmayan bu politikaları sonucunda, bu düşünce gittikçe ağırlık kazanmaktadır.




Sonuç:




Bundan 100 sene evvel emperyalistler tarafından kullanılan faktörlerin, bu modern çağda tekrar kullanılabileceğinin ve her iki toplumda da bazı kesimlerin bu kullanılmaya, aynen 100 sene önceki “satılmış ve bu toprakların asaletinden nasiplenmemiş” kişi ve kesimlerin yerini rahatlıkla almaya müsait olduğu unutulmaması gereken önemli bir olgudur. Emperyal güçlerin kendi menfaatleri ve sömürü düzenlerinin devam etmesi uğruna hakları birbirine kırdırdığı, ve bu işten her zaman olduğu gibi yine kendilerinin karlı çıktığı gerçeğinden hareketle, yaratılmak istenen muhtemel düşmanlıkların önüne geçilmeli, büyük mal ve can kaybına uğratılan her iki halkın arasındaki mesafenin açılmasına izin verilmemelidir. Kürt ve Ermeni Halklarının sağduyu sahibi kesimleri ve aydınlarınca, ilerde ortaya çıkarılabilecek ihtilaf ve düşmanlıkların önü bugünden alınmalı ve bu düşmanca, kışkırtıcı söylem ve politikaların yerini, binlerce yıllık kadim dostluk ve komşuluğa atıf yapan politika ve söylemler almalıdır. Halkların huzuru, kardeşliği ve özgürlüğü bu ayrıntıda gizlidir.




XERZÎ XERZAN

Kaynak: Radikal / 10 - 02 - 2013




Yararlanılan kaynaklar:

-Herodot Tarihi, İş Bankası Kültür Yayınları, 2011

-Başlangıcından günümüze Ermeni Tarihi, Rene Grousset, Aras Yayınları, 2005

-Anabasis, Onbinlerin dönüşü, Ksenephon, Sosyal yayınları, 2010

-Bioi paralleloi (Parelel Yaşamlar), Lucius Mestrius Plutarchus

-The Geography, Strabo

- http://www.armenian.com/history1.html

-El-Kamil fi’t Tarih, İbn’ül Esir

Mervani Kürtleri Tarihi, İbn’ül Ezrak, (Türkçeye ç.: M. Emin Bozarslan) Koral Yayınları, 1990

-Kürtler, Basil Nikitine, Örgün Yayınevi, 2010

-İslam’ın Anadolu’ya gelişi, Ahmet Demir, Kent Yayınları, 2004

-Ermeni Kaynaklarına göre Moğollar, Yeditepe Yayınları, 2005

-1514 Amasya Anlaşması, Kürt - Osmanlı ittifakı, Şakir Epözdemir, Peri Yayınları, 2005

-Beş büyük tarihi kavşakta Kürtler ve Türkler, Ahmet ÖZER, Sis Yayıncılık, 2011

-Kürdistan Dağlarından, Örgün Yayınevi, Helmuth Von Moltke, 2010

-Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. yy.’dan günümüze Ermeni-Kürt ilişkileri, Garo Sasuni, Med Yayınları,

-Rus General Mayewski’nin Doğu Anadolu Raporu, Van Belediyesi, 1997

-Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, SSCB Doğu Bilimleri ve Ermenistan SSC Bilimleri Enstitüsü Kürt Komisyonu, Perî Yayınları, 1998

-Kurd û Kurdistan, Arshak Safrastian, Avesta Yayınları, 2007

-Otobiyografya, , Abdürrezzak Bedirhan, Perî Yayınları, 2000

-Görüş ve Anılarım, Hasan Hişyar Serdî, Med Yayınları, 1994

-Kürdistan Tarihi, M,S. Lazarev-Ş.X. Mihoyan,Avesta, 2010

-Kürdistan 1919, E.W.Charles Noel, Avesta, 2010

-ERMENİLER VE İTTİHAT VE TERAKKİ İşbirliğinden Çatışmaya Arsen Avagyan/ Gaidz F. Minassian Aras Yayınları, 2005

- http://www.amidakurd.net/…/div%C3%AA_mirov_r_ast%C3%AEy%C3%…

- 1894-96 Ermeni Katliamları ve Charmetant raporu

- Mîr Abdürrezak Bedirxan/Aso Zagrosi - Le blog de Aso Zagrosi

- http://www.mezopotamya.gen.tr/…/unutturulan-bir-tarih-kurdi…

- Kurdist.ru - Kurdist.ru

2 yorum:

  1. Burda Baş ettiği Xalidiler. Zilanlardır. Kürt Zilan İmparatorluğu . Büyük tigranın öldürdüğü suikastle mirdadi kaldır. Onun yerine Gelen oğlu nemruttur . Mirdatı kal akraba olan beyleri birleştirerek komagene impatorluğunü kurmuştur. Bu federasyon içinde . Putnus ruhları, kapadokyalılar, kilikyalılar ve sakalar iskitler var. Bunlar kürtler akrabalar . Daha sonra Romalıların hükmüne girdikleri için din değiştirip hiristiyan olmuşlar. Sadece zilanlar Hz ibrahimin etkisiyle benlikletinji yetirmemişler.nemrut dağında ki heykelleri yapan baş heykeltıraş Hz. İbrahim babası Azerdir. Nemrud kardeşi olması lazım. Bu konuda tarihi kaynaklar Var ilk yazan Heredottur kitabında bu bilgiler geçiyor saygılar

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil