ÖNEMLİ AÇIKLAMA: Değerli okuyucular! Aşağıdaki yazıyı okumadan önce önemli bir konuda duygu ve düşüncelerimi veya en azından şahsi dünya görüşümü sizlerle paylaşmak isterim. Her gazete köşe yazarı, bir anlamda kendi bildiği doğruları ve gözlemleri aktarmakla yükümlüdür. Bu durum kaçınılmaz olarak ve sık sık “polemik” diye isimlendirdiğimiz sert tartışma ve kalem kavgasını beraberinde getirir. Bir okuyucu olarak bu durumdan rahatsız olmamanızı tavsiye ederim. Güzel Iğdır’ımız bilmelidir ki, örtbas edilen doğruların ortaya çıkması bu polemikleri zorunlu kılmaktadır. Ayrıca güçlü ve duyarlı bir kamuoyunun oluşması ve sivil toplum örgütü kültürünün yerleşmesi bu türden tartışmaları kaçınılmaz kılmaktadır.
Şahısların veya iddia sahiplerinin isimlerini yazdığımız zaman bu onları hedef göstermek veya hakaret etmek anlamında değil, polemik sanatının esası olan “kaynak” göstermek zorunluluğundandır. Tüm yazarlara ve özellikle hemşerilerime insani temelde saygılıyım. Hiç kimseyle şahsi, ailevi, mezhepsel veya aşiretsel bir sorunum yoktur. Ancak fikir mücadelesiyle şahsa hakareti karıştırmamak için tüm hassasiyetimi kullandığımı bilmenizi ve bir anlamda şöyle düşünmenizi istiyorum: “Eğer yapıcı bir polemik varsa bereket ve gelişme de vardır.” Iğdır’ımızın kendine yeni ve onurlu bir yol bulması için buna ihtiyaç olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum.
BÖLÜM I
Yeşil Iğdır gazetesinde, Iğdır’ın yakın tarihine, özellikle İç Savaş yılları (1918-1920), Büyük Millet Meclisi Dönemi (1920-1923) ve Cumhuriyet Dönemine ait köşe yazılarımı devam ettirirken bir okuyucum Facebook sayfasında bir öneride bulundu: “Mücahit Bey, bu konuları bilim insanlarına ve tarihçilere bırakalım!”
İlk anda oldukça kabul edilebilir ve masum görünen bu önerinin, Iğdır gerçekliğinde bir karşılığı olmadığına maalesef geçmişte defalarca tanık olmuştum. Artık bugün şüphe götürmeyecek şekilde biliyoruz ki Iğdır, sözde bilim insanlarının ırkçılıkla süslenmiş sistematik tahrifatları yüzünden koskocaman bir yüzyılını heder etmiştir ve heder etmeye de devam etmektedir.
Tüm Iğdırlı hemşerilerime bir çağrıda bulunmak istiyorum: Doğrulara sahip çıkalım! Geçmişin yalanlarını bir kenara itmeli, tek bir hedefte birleşilmeliyiz: Bu hedef evrensel demokrasi, kutsal bayrağımız ve vatanımızdır.
Ne Iğdır Azerileri ne de Kürtleri bu ülkede, “diaspora” veya “yabancılaşma” duygusuyla yaşamamalıdırlar. Bu ülke hepimizin ortak vatanı, ortak sevdasıdır. Etnik kimlik, mezhepsel ayrımcılık gibi sorunların zihnimizde ve yüreğimizde neden olduğu burukluk ve kızgınlığı demokrasinin evrensel nimetlerini harekete geçirerek azaltabilir ve her türlü sorunu çözebiliriz.
Değerli okuyucular! Kısaca da olsa tarihsel bir gerçekliği sizlerle paylaşmak isterim:
ULUS DEVLETLERİN DOĞUŞU
19’ncu yüzyılın sonunda ve 20’ncü yüzyılın başlarında Kafkasya bölgesinde üç halk, Ermeniler, Kürtler ve Azeriler Ulus-Devletlerini kurmak için harekete geçtiler. Bu onların doğal hakkıydı çünkü bütün dünyada böyle bir eğilim ve siyasi akım 1789 Fransız Devriminden itibaren dalga dalga yayılıyordu. 1920’li yıllara geldiğimizde durum şöyleydi: Ne farklı ülkelerde yaşayan (dört parça) Kürtler bir araya gelerek “Büyük Kürdistan’ı” ne Ermeniler Doğu ve Batı Ermenistan’ı birleştirerek “Büyük Ermenistan’ı” ne de Azeriler, Kuzey ve Güney Azerbaycan’ı birleştirerek “Büyük Azerbaycan’ı” kurabildiler. Bunların yanı sıra Ziya Gökalp gibi düşünürler tarafından ortaya atılan Oğuzistan ve Turan benzeri kutsal ülkü ve siyasi hedefler de belli çevrelerce tartışıldı ama pratikte bir karşılığı olmadı.
Bugün geldiğimiz aşamada artık Büyük Kürdistan, Büyük Ermenistan, Büyük Azerbaycan, Oğuzistan veya Turan düşüncesinin gerçekleşmesi ve hayata geçirilmesi mümkün değildir. Her halk bulunduğu Ulus-Devlet’in sınırları içinde evrensel demokrasinin nimetlerinden yararlanarak kimlik mücadelesini yürütmeli ve mezhepsel ayrımcılığa karşı savaşmalıdır.
Bu durum ilk anda zor, hatta imkansız gibi görünebilir ama “hukuk ve demokrasi” öylesine güçlü ve sihirli kavramlardırlar ki bu değerlere sarılarak, tek bir kurşun atmadan tek bir can ölmeden mezhepsel ve etnik kimlik istekleri onurlu bir şekilde kendine özgü çözümler bulabilirler. Bu sihirli gücün etkin olmasının ve devreye girmesinin birinci koşulu da içinde yaşanan Ulus-Devlet kavramının varlığına saygı duymak ve onun iki vazgeçilmez şiarını sahiplenmektir. Bu iki değer Ortak Vatan ve Kutsal Bayraktır. Ortak vatanımız Türkiye, ortak bayrağımız Türkiye Cumhuriyeti bayrağıdır.
Türkiye’de yaşayan Kürtler ve Azeriler yüreklerinde bir özlem olarak Kürdistan ve Azerbaycan bayraklarının renklerini taşıyabilir, bu renklere duygusal ve tarihsel bir önem atfedip gönül bağlarını devam ettirebilirler. Özlenen Kürdistan ve Azerbaycan üzerine kitaplar ve şiirler yazabilirler. Bu anlaşılabilir ve saygı duyulması gereken bir durumdur.
Kürtler ve Azeriler arasında ulusal kimlik arayışı yüzyılı aşkın bir süre önce ortaya çıktı. İnişli çıkışlı bir yol izledi. Gelinen noktada Kürdistan ve Azerbaycan sevdası yüreklerde yaşamaya devam edebilir ama Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletini temsil eden Kutsal Bayrak ve Ortak Vatan kavramlarına sahip çıkmalı, onunla gurur duymalıyız. Bu iki değer bizim çimentomuz, bizi birleştiren tek değerimizdir. Vatandaşlarının ortak bayrağa ve ortak vatana yabancılaştığı ülkeleri bekleyen kaçınılmaz son, büyük güçlere yem olmak ve acımasız, sonu gelmeyen iç savaştır. Bunun yolunu açmak sadece ülkemize değil insanlığa ihanettir.
Ulus-Devlet ülküsü, Avrupa’da olduğu gibi, 19’ncu yüzyılın sonlarında, özellikle Osmanlı Devleti, Rus Çarlığı ve İran İmparatorluğunda yaşayan uluslar ve halklar arasında da güçlü bir istek olarak ortaya çıkmış, Kürtlerin, Azerilerin ve Ermenilerin kalbini fethetmiştir. O yıllarda Kürt-Azeri- Ermeni aşırı milliyetçilik duyguları ve ulus devlet istekleri normal ve anlaşılabilir bir olguydu. Ancak bu arzu, onların tarihsel süreçte yaşanan ama artık geriye dönüşü olmayan gizli ve nostaljik aşkları olarak bugüne kalmıştır. Onu yeniden canlandırmak hem imkansız hem de gereksizdir.
Bugün Ulus-Devlet yapısında olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, Azeri ve Kürtlerin yüreklerinde taşıdığı etnik kimlik isteklerini ve mezhepsel tercihleri yok sayması veya tehlikeli görmesi de doğru değildir. Şöyle bir benzetme yapabiliriz; Gençlik aşkını yüreğinizde taşıyarak pekâlâ başka biriyle evlilik yapabilir yeni bir yaşam kurabilirsiniz. Kürtler, Ermeniler ve Azeriler gençlik aşklarını (ulus-devlet projelerini) yüreklerinde taşıyabilirler ama gerçek yaşam onların karşısına Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu başka bir ulus-devlet yapısı çıkarmıştır. Bu yapıyı yıkmak yerine her türden sorunu demokrasi mücadelesiyle bu yapı içinde çözmek izlenecek en mantıklı yol olarak önümüzde durmaktadır.
Bir Kürt yüreğinde Barzani sevgisini, büyük Kürdistan hülyasını hatta Kürt bayrağının renklerini bir özlem olarak taşıyabilir. Bir Azeri, Haydar Aliyev sevgisini, büyük Azerbaycan hülyasını hatta Azerbaycan bayrağının renklerini bir özlem olarak yüreğinde taşıyabilir. Bunları sorun olarak görmemeliyiz. Bütün bunları geçmişin izdüşümü ve zamanında gerçekleşemeyen ulus-devlet ülküsünün günümüze kadar devam eden nostaljik uzantıları olarak görülmelidirler. Bunları bir tehdit olarak değil aksine bir zenginlik olarak görürsek kendimizi daha güçlü hissedecek, devletimiz de daha güçlü temeller üzerinde yükselecektir.
Görevimiz demokrasiyi genişletmek, üst bir vizyonda (hedefte) birleşmek, etnik ve mezhepsel özgürlüğün sınırlarını yeniden tanımlamak ve en nihayetinde Türkiye’yi dünya Kürtlerinin ve Azerilerinin çekim gücü haline getirmektir.
Her Kürt ve her Azeri yüreğinde başka ülkelerde yaşayan Kürtlerin ve Azerilerin acılarını hissedebilir, empati kurabilir ama içinde yaşadığı ulus-devletin varlığına saygılı kalmalıdır. Halepçe katliamı sadece Kürtlerin değil tüm insanlığın acısıdır. Aynı şekilde Hocalı katliamı da Azerilerin değil tüm insanlığın acısıdır.
IĞDIR’IN YAKIN TARİHİNDE YARATILAN TAHRİFAT
Maalesef Türkiye’deki üniversitelerin gittikçe artan bir oranda lokum-pasta dağıtır gibi ihsan ettiği “Prof./ Doçent /Yardımcı Doçent/ Dr./Öğretim Görevlisi” unvanlarının arkasına sığınan bilim (!) insanları Iğdır’ın tarihsel, sosyolojik ve siyasal tarihine yıllardır başka bir anlam yüklemeye ve Iğdır’a zarar vermeye inatla devam etmeye kararlı görünüyorlar. Yalanın ve doğrunun gücü aynı terazide ölçülemez çünkü yalanın bir kuralı ve ahlakı yoktur. İstediğiniz kadar yalan uydurup, üst üste yığıp bir dağ oluşturabilirsiniz ama “doğru”, zamanı gelince volkan gibi patlar, yalanlardan kurulu dağı paramparça eder.
İsimleri ve unvanları okuyucularımca malum bilim (!) insanlarının yalan, duygu sömürüsü, kasıtlı ve sinsi ırkçılık üzerine kurulu iddialarını zaten dikkatinize sunmuştum. Bunlardan birkaçını kısaca hatırlatmak isterim:
• Boraltan Köprüsü yalanı;
• Iğdır’da 272 veya buna yakın bir sayıda (nasıl olsa istediğiniz gibi uydurma hakkınız var) İstiklal Madalyalı ailenin olduğu yalanı;
• 1915-1920 yılları arasında Ermenilerin Iğdır ve köylerinde seksen bin Azeri’yi katlettiği yalanı;
• “Şehit Mehmet Çavuş” uydurması ve duygu sömürüsü (Genelkurmay ATASE Arşiv Dairesi, Mehmet Çavuş isminde birisinin olmadığını belgelemiştir. Bir önceki yazımda bu belgeye yer verdim.)
Bu kez bir bilim (!) insanımız bu kez başka bir yalana sarılmış, dikkatleri başka yöne çekerek bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemiştir: Bir yandan daha önceki yalanını örtbas etmeye gayret etmekte bir yandan da Kürtleri “ötekileştirme” siyasetini uygulamaya koymaktadır.
Kendisini Öğretim Görevlisi olarak tanıtan bir bilim (!) insan bir soru sormakta ve cevabını da kendisi vermektedir:
“Türk ordusu tek bir kurşun atmadan mı Iğdır’ımızı Ermenilerden kurtarmıştır? Elbette ki Hayır! Milli Mücadele dönemine katkı sunan ÇETELER olmuştur, fakat zafer düzenli ordu birliklerince gerçekleştirilmiştir.”
Detaylı açıklamaya geçmeden önce bu bilim (!) insanımızın bahsettiği ÇETE (!) reislerinden bazılarını halkıma tanıtmak isterim:
IĞDIR BÖLGESİNDE:
• Hacı Ali Ekber Tufan Azeri
• Şamil Bey (Ayrım) Azeri
• Şefi Bey (Öcal) Azeri
• Ali Mirze Bey (Yiğit) Kürt
• Ahmed Şemo (Hun) Kürt
• Hacı Tahir Ağa (Muço) Kürt
• Kerem Bey (Güneş) Kürt
• Fettah Bey (Güneş) Kürt
• Hamit Bey (Güneş) Kürt
• Emere Besê (Ömer Bülbül) Kürt
• Yusuf Ağa(Çekim) Kürt
BEYAZIT VİLAYETİNDE (Bugünkü Doğubayazıt)
• Ahmet Ağa oğlu İsa Bey (Konyar) Hamidiye Alayı Kürt
• Abdülmecit Bey (Öztürk) Hamidiye Alayı Kürt
• Şeyh Abdülkadir (Kotan) Hamidiye Alayı
• Halis Bey (Öztürk) Hamidiye Alayı Kürt
• Şeyh İbrahim Bey (Mehmet Beyazıt’ın babası) Hamidiye Alayı Kürt
• İbrahim Ağa (Çoktin) /Bıro Heskî Tellî Hamidiye Alayı Kürt (Melekli köyünde DRO tarafından kuşatmaya alınmış ve her an katliama maruz 3000 Azeriyi kurtaran kahraman)
Yukarıda ismi geçen ÇETE (!) reislerinden Şamil Bey, Kerem Bey ve Hacı Ali Ekber Tufan’ı devletimiz ne hikmetse ANIT KÜMBET yaparak onurlandırmıştır. Sayın yazarın “ÇETE” tanımlamasını ciddiye alırsak bu kümbetleri yıkmamız gerekecektir.
Yine ne hikmetse Kazım Karabekir Paşa yukarıda ismi geçen ÇETE (!) liderlerinden dördünün imzasının altında bulunduğu bir mektubu önemli görerek “İstiklal Harbimiz” isimli kitabında yer vermiştir. Bu mektubu bir kez daha bilim (!) insanımızın dikkatine sunmak isterim.
Okuyucuma kısa bir açıklama yapma ihtiyacı doğmuştur. 1918 yılında Ermenistan Cumhuriyeti kurulunca, Ermeni devlet adamları ve ileri gelenleri bölgede yaşayan Kürt ileri gelenlerine mektup göndererek Ermenistan Cumhuriyetine destek vermelerini istemiştir. Ermeni kökenli Baron Haçador Ağa da Kürt liderlerine mektup gönderir. Aşağıda imzası bulunan Kürt ileri gelenleri Baron Haçador Ağa’ya aşağıdaki mektupla cevap verirler:
“Baron Haçador Ağa,
Mektubunuzu aldım. Ermenilerin ağuş-ı İslâmiyette (İslamiyetin kucağında) pek mes’udane idame-i hayat ( mutlu bir hayat devam) ettikleri sırada bile yine makasıd-ı asliyyeleri (asıl niyetleri) uğrunda hafi (gizli) ve celi ( açık) her türlü fenalığı ikâdan (yerine getirmekten) geri durmamışlar ve ezcümle bu harpte cepheden müsellâhan (silahlı olarak) firarla Rus ordularına iltihak etmişlerdir. Bunu inkâr edemezsiniz. Binaenaleyh (Bununla birlikte) ihanetleri tamamen ve gaye-i maksadları (niyetleri) zahire (açıkca) anlaşılan Ermenilerle, İslâm-Kürt milleti meyanelerinde (konularında) uzlaşmak imkânı kalmamıştır. Ve beş seneden beri (1914-1919) İslâmiyeti mahvetmeye fırsat buldukça nüfus-ı İslâmiyeyi (Müslümanları) şiar-ı insaniyete ( insanlık şiarına) aykırı bir tarzda balta ve süngülerle katil ve muhadderat-ı Osmaniyye’ye (Osmanlı kadınlarına) tecavüz etmeyi mubah gören Ermenilerle Kürt milleti bir araya gelemez. Ermenilerin on misline faik (üstün) olan Kürt milleti, Ermeni himayesine giremez ve girmesi imkânsızdır. Evet; biz de kan dökülmesine taraftar değiliz. Fakat cümle-i âmaliniz ( ümidiniz) olan nüfus-ı İslâmiyenin (Müslümanların) tensiki (düzenlenmesi) yolundaki azim ve harekâtınızı var kuvvetimizle mennedeceğiz. Ermeniler böyle vahşiyane İslâm nüfusunu katletmekle ihraz-ı ekseriyet (çoğunluğu elde) edemezsiniz. Böylelikle icra-yı hükümet (yönetmek işini) de hiç edemezsiniz. Bizim sizinle hal-i sükünetle (barışçıl) yaşamamız şerait-i âtiyeye ( gelecekteki şartlara) bağlıdır.
1. Sulhün takarrününe (barışa) değin Ermeniler, Aras nehrinin arkasına yani obür tarafa geçmelidir.
2. Iğdır havalisini tahliye etmeli ve Kürt milletine terk eylemelidir.
3. Netice-i sulha (barış sonuna) kadar hiçbir Ermeni sudan geçmeyecektir. Arzularıyla bu havalide kalacak yerli Ermeniler bizim teşkilât ve emrimize itaat edecektir.
4. Ermeniler içimizde kat’iyyen (asla) silah taşımaya selahiyetli (yetkili) olmayacaktır. Ve Ermeni askeri sulhün neticesine kadar bu havaliye gönderilmeyecektir.
5. Aras nehrinin arka cihetinde yani Ermeniler içinde kalan İslâm kardeşlerimizin hukuku, canı, malı mahfuz kalacaktır.
6. Bu şerait (şartlar) kabul ve icra kılındığı takdirde tarafeyn (taraflar) taarruz ve tecavüz etmeyecek ve sulhe intizar (barışa saygılı olacaktır) eyleyecektir.
İşte Haçador Ağa! Nokta-i nazarımız (görüşlerimiz) ve şeraitimiz (şartlarımız) altı maddeden ibarettir. Kabul olunduğu takdirde naire-i harp (savaş ateşi) itfa (söndürülecek)oluncak, aksi halde tevessü (yayılarak) ederek İslâm milleti ribka-i esaretinizden (boyunduruğunuzdan) kurtulmak çarelerine tevessül (başvuracak) ve Cenab-ı Hakk’tan nusreti tazarru (yardım dileyecektir) eyleyecektir. Bu vesileyle mukabeleten ellerinizi sıkarım Hoçador Ağa cenapları. 4 Eylül 1335 (1919)
Aşiret Rüesasından (Aşiret başkanlarından)
Bu dahi: Hamit Bey
Bu dahi: Ali Merze Bey
Bu dahi: Ahmet Haso Ağa
Bu dahi: Yusuf Ağa
(Kaynak: Kâzım Karabekir Paşa, İstiklâl Harbimiz, birinci cilt, sayfa 378)
ÇETE (!) REİSLERİ
Şimdi okuyucularıma mektubun altında imzası bulunan ÇETE(!) reislerini tanıtmak istiyorum:
Hamit (Güneş) Bey: Fettah, Kerem, Abdurrezak ve Naci Bey kardeşlerin babasıdır.
Ahmet Haso (Konyar) Ağa: Doğubayazıt bölgesinden Merhum İsa Konyar’ın babası ve Merhum Hüsrev (Xosrov) Bey’in dedesidir.
Yusuf (Çekim) Ağa: Mala Resê Çelê aşireti lideri ve Gur Hesso’nun kardeşidir.
Ali Mirze (Yiğit) Bey: Rus yönetimi altındaki Celali aşireti lideridir. Ahmed Şemo, Emere Bese (Ömer Bülbül) ve Hacı Tahar, Ali Mirze Bey’in liderliğinde iç savaşı yürütmüşlerdir.
Bu mektubun da gösterdiği gibi Ali Mirze Bey ve arkadaşları, 5.maddede belirttikleri gibi, Aras nehrinin öte yanındaki Azeri ve Kürtlerin can güvenliğinden kendilerini sorumlu tutmuşlardır.
Ali Mirze Bey’in Milli Mücadeleye asıl katkısı bundan sonra başlar. Bugünkü Iğdır ili göz önüne alınırsa, o zamanlar Ermeni komitacıların en örgütlü olduğu yer Taşburun köyü idi (o yıllar Taşburun hatırı sayılır bir nüfusa sahipti). Osmanlı Devleti’nden gelen Kaxtaxanların (Osmanlı Ermenileri) Taşburun’a yerleşmesinden sonra, burası civar köy ve kasabalara karşı bir saldırı üssü haline gelir. Taşburun’u çevreleyen civar köylerde yoğunluklu olarak Celâli aşireti ikamet etmektedir. Bu şu anlama geliyordu: Ermeni komitacılara karşı en örgütlü ve kararlı mücadeleyi Ali Mirze Bey vermek zorundaydı. Nitekim öyle olmuş, Ali Mirze Bey liderliğindeki Celâli milis güçleri Taşburun üzerine saldırılar düzenlemiş, şehitler vermiş ve karşı saldırıları da aynı başarıyla geri püskürtmüşlerdir. Bu savaşlar olurken tek bir Osmanlı veya BMM ordusu askeri Iğdır’da yoktu.
Mektubun altında imzası bulunan ÇETE (!) liderleri, Iğdır ve civar köylerde yaşayan Azeri ahali, Ermeni saldırıları nedeniyle İran’a çekildiğinde bile mevzilerini terk etmemiş, mücadeleye sonuna kadar aralıksız devam etmişlerdir.
IĞDIR BOŞ TESLİM ALINDI
Yukarıda sizlere ÇETE (!) REİSLERİNİ tanıttım. Devam edelim!
Sayın yazarın iddiasına başka bir açıdan da bakabiliriz: “Iğdır boş değildi. Sıcak çatışmalar içinde göğüs göğüse yapılan bir savaşla Kazım Karabekir Paşa’ya bağlı düzenli ordu tarafından ele geçirilmiştir.”
Eğer Iğdır boş değildiyse genel taarruza geçildiğinde Iğdır’da birileri vardı anlamı çıkar. Iğdır’da dört kadim halk yani Ermeniler, Ezidiler, Kürtler ve Azeriler zaten uzun yıllardır birlikte yaşamaktaydılar. Çok iyi biliyoruz ki 1917-1920 arasında Iğdır ovasında (Tuzluca, Karakoyunlu, Aralık) büyük güçler yani Rus Ordusu, Osmanlı Ordusu, İran Ordusu veya Birinci Dünya Savaşının galibi ülkeler (İngiltere, Fransa vb) yoktu. Iğdır ovası büyük güçlerin savaşına sahne olmadı. İngilizler Kars’ı işgal etti ama Iğdır’a gelmediler.
1829 yılından beri Rus yönetimi altında yaşayan Iğdır’ın bu dört kadim halkı 1918 yılında Ermenistan Cumhuriyetinin ilanıyla başlayan İç Savaşla birbirlerine girdiler. Ermeniler iki nedenden dolayı şanslıydılar:
Birincisi, Rus Devrimiyle 1917 yılında geri çekilen Ruslar silahlarını kendileriyle birlikte Osmanlıya karşı savaşan Andranik Ozanyan ve Drastamat Kanayan’ın milis güçlerine bıraktılar.
İkincisi, 1915 yılında Osmanlıda yaşanan Ermeni Tehciri nedeniyle özellikle Suriye, İran ve Lübnan’a sığınan Ermenilerin savaşçı güçleri, 1918 yılında Bağımsız Ermenistan Cumhuriyetinin ilan edilmesiyle Iğdır toprağına gelip buradaki yerli Ermenilerle bütünleştiler, silah gücü yüksek askeri birlikler oluşturdular. Müslüman ahali üzerinde (Azeri ve Kürt) baskı kurdular, köyleri basıp silahların teslim edilmesi ve ilan ettikleri devletin tanınmasını istediler. İlk aşamada Azeri ahali ya katliama uğradı ya Melekliye sığındı ya da İran Azerbaycan’ındaki güvenli bölgelere çekildiler. 1919 Ağustos’unda Melekli köyü de İran Azerbaycan’ına sığınınca obada Müslüman ahali kalmadı.
Benzer durum Kürtler için de geçerliydi. Köyleri obada kurulu aşiretler Van ve Muş’a göç etti, köyleri Ağrı Dağı eteğinde veya diğer dağlık bölgede olan Kürt ve Azeri milis güçleri Ermeni saldırılarına karşı milis güçleri oluşturup direniş hareketi başlattılar.
Böylece Iğdır’da iç savaş başladı. İki yıl sürdü. Müslüman-Hıristiyan ayrımında arada kalan Ezidi Kürtler, Müslüman Kürtler tarafından baskı ve zulüm görünce Ermenilerle birlikte hareket ettiler. 1919 Ağustos’unda durum şöyleydi: Oba’da Müslüman (Kürt ve Azeri) ahali yoktur. Son direniş noktası olan Melekli köyü de boşalmış İran Azerbaycan’ına sığınmıştı.
Bulakbaşı köyünden Karahacılı köyüne uzanan ve Karasu Çayının Ağrı Dağı yamacına taraf olan kısmında yaşayan Gelturan, Geloylu, Gıskanlı ve Redkanlı (Hacı Tahir Ağa) Kürtleri Ali Mirze Bey’in liderliğinde milis gücü oluşturdular. Yine aynı şekilde Orta ve Batı Iğdır’da bir yandan Kerem Bey bir yandan Şamil Bey’e bağlı Kürt ve Azeri milis güçleri dağlık kesimde Ermeni saldırılarına karşı direniş örgütlediler. Hacı Ali Ekber Tufan, etrafındaki güçleri harekete geçirerek dağınık güçler arasında koordinasyon ve haberleşme sağlamayı bir anlamda lojistik destek vermeyi görev olarak üstlendi.
Iğdır’ın en zor dönemi olan Kaça-Kaç yılında (1919) ve 1918-1920 arasında yaşanan İç Savaşta tek bir Osmanlı askerinin ayağı Iğdır toprağına değmemiştir. Mücadeleyi Sayın yazarın ÇETE (!) olarak tabir ettiği Kürt ve Azeri milis güçleri yönetmiş, onlarca şehit vermişlerdir.
1920 yılı sonlarına doğru Kars’ın Ermenilerden ele geçirilmesinden sonra Iğdır’a karşı genel bir taarruz planı yapıldı. Üç temel güç koordineli bir şekilde Iğdır’ı dört bir yandan kuşatmaya aldı. Bunlar sırasıyla şöyleydi:
- Iğdır’ın yerli Azeri ve Kürt milis güçleri,
- Beyazıt Vilayetinden gelen Kürt Hamidiye Alayları,
- Osmanlı (BMM) ordusu.
Bu üç güç Iğdır’ın etrafında konuşlandı. Böyle bir saldırıya karşı koyamayacağını anlayan Ermeni ve Ezidiler Iğdır’ı tamamen boşaltırlar, bununla yetinmez, güvenlik nedeniyle Aras nehri üzerindeki Markara köprüsünün ahşap zeminini de yakarlar. Genel taarruza geçildiğinde tek bir silah patlamamış tek bir insan yaralanmamıştır. Göğüs göğüse çarpışma olmamıştır. Teslim alınan tek bir Ermeni/Ezidi asker veya sivil yoktur. Bunu üç farklı kaynaktan net bir şekilde zaten biliyoruz:
BİRİNCİ KAYNAK: KİLİSLİ ASKERİ DOKTOR MEHMET DERVİŞ KUNTMAN’IN ANILARINDAN
25 EKİM 1920
Bizim 34’üncü Alay, Celali Aşireti ile Iğdır Cephesine hareket etti. Bize ayrılan siperleri tuttuk: Burası Ağrı Dağı’nın eteğinden Sinekli Yaylasına kadar uzanan tümenimizin cephesinin sol kanadı idi. Önümüzde Iğdır Ovası; ileride Aras Nehri, daha uzaklarda Erivan, onun sol ilerisinde Alagöz Dağı, sağımızda da Ağrı Dağı görünüyor. Siperlerimiz, her tarafa hâkim ve çok emin yerler. Cephede düşmanla henüz temas yok. Çok uzaklarda ağaçlar arasında gelen geçen görünüyorsa da bunların bize karşı düşmanca bir hareketleri sezilmiyor. Anlaşılan, Ermenilerin bütün kuvvet ve faaliyetleri Kars tarafında… Bu sebepten biz de siperlerimizin kuytu yerlerinde çadırlarımızı kurduk; elimizde dürbün, etrafı gözetleyip duruyoruz.
12 KASIM 1920
Kars zapt edilmiş, Ermeniler Gümrü’ye doğru kaçmışlardı. Aynı zamanda Iğdır’ı boşaltmışlarsa da tümen ile cephemizin çok geniş ve kuvvetimizin çoğunun başıbozuk olmasından dolayı Iğdır’ın BOŞALMASINDAN haberdar olamadık.
İKİNCİ KAYNAK: KAZIM KARABEKİR PAŞAN’IN ANILARINDAN
“11 Teşrisani’de (Kasım ayı) karargâhımı Gümrü’ye naklettim. Ve Gümrü şark sırtlarında mevzi alan Ermenilere karşı taarruz hazırlığına başladım ve Arpaçay’ın şarkında bazı mevkileri de işgal ettirdim. Ermeniler de 12 Teşrisani’de Iğdır’ı BOŞALTARAK Aras şimaline (Kuzey)çekildiler.”
ÜÇÜNCÜ KAYNAK: VELİ ORKUN’UN ANILARINDAN
“1918-1929 tarihlerinde Ermenilerin bu bölgeleri de içine alan bir devlet kuracaklarını duyan halk isyan etti. Tuzluca’da Şamil Bey, Iğdır’da Kerem Bey, Ali Mirze Bey ve Karaköse’den ( gelen aşiret ve Hamidiye alayları her tarafta Ermenilere karşı baltalama hareketine giriştiler. Diğer taraftan bu kahramanlara iştirak eden Abdülmecit, Abdülkadir, Hacı Tahir ve İsa Beyler Başköy, Kamışlı, Orkof ve Taşburun cephelerinden mütemadiyen düşmana baskınlar yaptılar. Askeri birliklerimiz Karaköse ve Doğubayazıt’ta bir tümen kadardı. Tümen komutanları Abdülkerim beyle Cavit beylerdi. Alay komutanları da Furuz ve Reşat beylerdi. Iğdır üzerine yürümek için milli kuvvetlerin ve ordunun sabrı kalmamıştı. Ermeni birlikleri her taraftan çekiliyordu. Kars’ın düşmesini bekleyen bu mıntıka komutanına nihayet 10 Kasım 1920 tarihinde Iğdır’a taarruz emri geldi. 11 Kasım’ı 12’ye bağlayan gece sabaha karşı üç koldan Orkof, Karakale ve Halfeli istikametlerinden gelen kuvvetlerimiz irtibat temin ederek Iğdır üzerine yürüdü. Düşman Karakale ve Markara köprülerinden kaçıp GİTMİŞTİ.”
Değerli okuyucular! Yukarıdaki üç önemli kaynaktan öğreniyoruz ki Ermeni kuvvetleri genel taarruzdan önce Iğdır’ı boşaltmıştı. Göğüs göğüse çarpışma olmadı. Şehit ve yaralı yoktur. (Kazaen meydana gelen yaralanmaları bir kenara bırakıyorum.) Bu yüzden Mehmet Çavuş isminde bir askerin şehit olması doğru bir bilgi değildir. Zaten Genel Kurmay Arşivleri de bu isimde bir askerin olmadığını belgelemiştir.
Sayın yazar yazısını şöyle sonlandırmaktadır:
“Iğdır ve havalisi Kazım Karabekir Paşanın komutasında TBMM Orduları tarafından( yani düzenli ordu birlikleri) , kahramanca verilen savaş sonucu, Ermeni işgali ve zulmünden kurtarılmıştır. İsimleri birer mitolojik kahraman haline getirilen çeteler, maalesef köyler basılırken, ahali katledilirken, kadınlar tecavüzlere uğrarken, çocuklar, genç hanımlar Ecmiyzadine götürülürken neredeydiler? Bizlere bu vatanı kanları, canları pahasına hediye eden tüm şehit ve gazilerimizi, kaça kaç döneminde başlarından bin bir türlü eza ve cefa geçen, gözleri önünde anasını, babasını, kardeşini, evladını kaybeden insanlarımızı saygı, sevgi ve rahmetle anıyorum.”
ŞİMDİ SAYIN YAZARIN İFADESİNE CÜMLE CÜMLE CEVAP VERELİM:
Sayın yazarın birinci cümlesi şöyledir:
“Iğdır ve havalisi Kazım Karabekir Paşanın komutasında TBMM Orduları tarafından( yani düzenli ordu birlikleri) , kahramanca verilen savaş sonucu, Ermeni işgali ve zulmünden kurtarılmıştır.”
Bu cümledeki hataları sırasıyla dikkatinize sunmak isterim:
- Iğdır bir iç savaş yaşamıştır. 1918-1920 arasında Kazım Karabekir Paşa’nın ordularının ayağı Iğdır toprağına değmemiştir. Bazı yazarlar Kazım Karabekir Paşa’nın 5 Mayıs 1920 tarihinde Iğdır merkeze gelerek yerinde incelemeler yaptığını yazar. Bu tarihte Iğdır Ermeni güçlerinin denetimindedir. Kazım Karabekir Paşa Iğdır’a ilk kez 14 Mayıs 1922 (14/5/1338 Rumi) yılında ayak basmıştır. (Bazı yazarlar Hicri ve Rumi tarihi karıştırırlar. Osmanlılar Tanzimat’tan sonra Rumi takvimi kullanmıştır. ) Yani Iğdır 14 Kasım 1920 tarihinde ele geçirilirken Kazım Karabekir Paşa orduların başında Iğdır’a girmemiştir.
- Sayın yazar TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi) Ordusundan bahseder. O yıllar TBMM henüz ilan edilmemiştir. Büyük Millet Meclisi (BMM) ordusu vardır.
- Iğdır ovasında son taarruzda göğüs göğüse çarpışma olmamıştır çünkü Iğdır boş idi.
Sayın yazar şöyle devam eder:
“İsimleri birer mitolojik kahraman haline getirilen çeteler, maalesef köyler basılırken, ahali katledilirken, kadınlar tecavüzlere uğrarken, çocuklar, genç hanımlar Ecmiyzadine götürülürken neredeydiler?”
Sayın yazar, daha önceki yazısında kendilerinden ÇETE reisi diyerek küçümsediği ve alaya aldığı Kürt ve Azeri milis güçlerinin, obadaki katliam ve kıyım sırasında nerede olduklarını sorar. O zaman ben de sayın yazara sorayım: Köyler basılırken, ahali katledilirken, kadınlar tecavüzlere uğrarken, çocuklar, genç hanımlar Ecmiyzadine götürülürken Kazım Karabekir Paşa ve şanlı ordusu neredeydi? Niçin müdahale edemedi? Kaça-Kaç olurken Kazım Karabekir Paşa, şanlı ordusu ve Aras-Türk Cumhuriyetinin kahraman orduları neredeydi? Niçin müdahale edemediler? Ayrıca Melekli köyündeki 3000 ahaliyi 1919 yılında katliamdan kurtaran Bıro Heski Telli’nin ismini niçin telaffuz etmekten kaçınıyorsunuz? Kürt olduğu için mi? Bıro Heski Telli, Azeri ahaliyi katliamdan kurtarmadı mı, kadınları tecavüz edilmekten kurtarmadı mı, çocuklar ve genç hanımların Ecmiyzadine götürülmesine engel olmadı mı?
Sizin ÇETE diye tanımladığınız aşiret güçleri, Müslüman ahaliye destek çıkmak için hem mektupla yazışmalarda onurlu bir duruş sergilediler hem de savaşlarda kahramanca direndiler.
Dağlık bölgedeki Kürt ve Azeri milisler obadaki katliamın tamamına engel olamadılar ama bölgeden kaçıp gitmediler. Böylece 1920 yılı Kasım ayında yapılan genel taarruzda BMM ordusuna ve Hamidiye Alaylarına öncü kuvvet olarak hizmet verdiler. Bu yüzden Kerem Bey’in, Şamil Bey’in, Ali Mirze Bey’in isimleri mitolojik değerdedir. Özellikle 1919 Ağustos ayında Beyazıt Vilayetinden yardıma gelen ve 3000 ahaliyi Melekli köyünde katliamdan kurtaran Bıro Heski Telli’nin ismi (İbrahim Ağa) mitolojik değerin de ötesinde bir öneme sahiptir. İç savaş yıllarında Hacı Ali Ekber Tufan ve Şefi Öcal kendi anılarında ifade ettikleri gibi Beyazıt ve Ağrı’ya gidip Osmanlı ordusundan yani Kazım Karabekir Paşa ve yardımcılarından yardım isterler ama aldıkları cevap çok manidardır: “Gönderebileceğimiz tek bir asker bile yoktur.”
Sayın yazar yazısına Orhan Şaik GÖKYAY’ın BU VATAN KİMİN isimli şiiriyle son verir. Bunca sinsi, ırkçılık ve küçümseme dolu yazıdan sonra başlığı manidar bir şekilde seçilen BU VATAN KİMİN sorusuna cevap vermek isterim:
Bu vatan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu için mücadele eden ve şehit düşenlerindir. “Iğdır’ı Kazım Karabekir Paşa ve Mehmet Çavuş kurtardı, ÇETELER (!) keyif çattı” diye yazarak bir yandan özellikle Kürt milis güçlerinin ve Hamidiye Alaylarının önemi göz ardı edilmekte bir yandan da planlı ve sinsi siyasi bir plan uygulamaya konmaktadır. Bu siyasetin özeti ve kısa anlatımı şudur: “Türkiye’yi Türkler kurtardı. Türkiye Türklerindir!”
Yıllarca bu yalan ve tahrifatla özellikle Kürt halkı devlete yabancılaştırıldı, aşağılandı, ihmal edildi, dili ve kimliği yok sayıldı, illegal siyasi ve dini örgütlerin kucağına itildi. Özellikle Kürt gençliği, “Mademki Türkiye bizim değil o zaman biz de Kürdistan’ı kuracağız,” düşüncesine kapıldı.
Buradan Sayın yazar ve benzeri düşüncede olan yazarlara seslenmek istiyorum: Kürtleri artık illegal örgütlerin kucağına itemeyeceksiniz ve Kürtlerin demokrasi mücadelesini yok edemeyeceksiniz! Kürtler bu ülkenin asli vatandaşı olarak evrensel demokrasi kuralları içerisinde haklarını arayacak, silahı bir kenara bırakacak, özgüven dolu siyasi bir vizyonla Türkiye Cumhuriyeti’ni vatan kabul edip kutsal Ay-Yıldızlı bayrağına sahip çıkacak, Kürt dili ve kimliğini bu çerçevede geliştirip hem kendi tarihine hem kendi ulusal değerlerine hem de Türkiye Cumhuriyetine katkı sunacaktır.
BÖLÜM II
Değerli okuyucular! Mademki söz bu yazardan açıldı. Bu bilim (!) insanımızın içinde bulunduğu çelişkili ve vahim durumu sizlerle paylaşmak isterim. Bildiğiniz gibi daha önceki yazılarımda Boraltan Köprüsü üzerine yazılarım çıkmış Iğdır’da böyle bir köprünün olmadığını ifade etmiş hatta kanıt gösterilirse kendimi Boraltan köprüsünden Aras’ın coşkun sularına atacağımı ifade etmiştim. O zamanlar Sayın yazar Boraltan Köprüsü ile ilgili iddiası aşağıdaki gibiydi:
“Yıl 1944, hangi ay olduğu meçhul, BORALTAN diye bir köprü varmış. Hem de ARAS nehri üzerinde, 2 si kadın 146 Türk Aydını (Azeri Türkü), karşıya geçmişler…Karşı taraf, Iğdır mı? Belli değil, ama geçmişler, zalim Stalin ve Kızıl Ordunun elinden kaçmışlar. Anavatan Türkiye’ye sığınmışlar. İşin dramatik kısmı asıl burada başlıyor. Sıkı durun. Sınırı geçen ‘GARDAŞ’larımız Türk toprağını eğilerek, secde ederek öpmeye başlıyorlar… Askerlerimiz ve soydaşlarımız ağlaşarak kucaklaşıyorlar…Ankara’ya telgrafla haber veriliyor. Bu gelen konuklarımızı ne yapalım? Ankara’daki gaddar hükümet, ‘Tez elden bunları, iade edesiniz’ diye emir buyurur. Karakol komutanı, gelen kardeşlerimize durumu açıklar. Kardeşlerimiz acı ve feryat içinde yalvarırlar ”Ne olur bizi siz öldürün, Ruslara vermeyin”… Emir kesindir. Çaresizlik içinde, gelenler iade edilir, BORALTAN Köprüsü’nden ölüme yürüyüşü başlar…Hikâye içinizi ezdi mi, yüreğiniz burkuldu mu? Ben de üzülmüştüm ve ‘kahrolsun zalimler’ demiştim. Hikâyemizin sonunda 146 gardaşımız tanklar altında çiğnenerek katledilirler. Olayı naklen izleyen karakol komutanı gördüğü manzara karşısında dayanamayıp intihar eder…”
Yukarıdaki yazı sayın yazara aittir. Sayın yazar daha sonraki bir yazısında, “ARAS NEHRİ VE MEÇHUL KÖPRÜ BORALTAN” başlıklı yeni bir yazı kaleme aldı. Bu yazısını okuyunca şaşırıp kaldım çünkü önceki ifadesinin aksine bir tutum takınmakta, laf kalabalığı yaparak önceki hatasını telafi etme çabası içine girmekte bir anlamda okuyucunun kafasını karıştırmayı ümit etmektedir. Kamuoyundan özür dilemek yerine lafı dönüp dolaştırıp Boraltan diye bir köprünün olmadığı sonucuna varması gerçekten trajik-komik bir durum yaratmıştır. Daha önceki yazılarında Boraltan köprüsünün varlığını kabul eden, bu köprüyü geçerek Türkiye’ye teslim olan sivillerin tanklar altında ezilerek katledildiğini yazan Sayın yazar son yazısında sivillerden bahsetmez, yapılan teslimatın askeri olduğunu, teslimat yerinin de Boraltan köprüsü değil Tıhmıs kapısından yapıldığını kabullenir. Önemli gördüğüm bu cümleyi dikkatinize sunuyorum:
“(…) Bu karar mucibince ve Ankara’daki Sovyet sefareti ile mütekabiliyet esasını tespit eden bir nota teatisi suretiyle 237 Sovyet Askeri mültecisinden 195’i ilk parti olarak 6.VIII.1945 tarihinde TIHMIS KAPISINDAN Sovyetlere iade edilmiştir.”
Sayın yazara sesleniyorum: Boraltan Köprüsü var diye duygu sömürüsü yaparak yalan ve yanlış bilgi verdiğiniz için kamuoyundan özür dilemenizi bekliyorum. Ayrıca Şamil Bey, Hacı Ali Ekber Tufan, Kerem Bey, Ali Mirze Bey ve diğer İç Savaş kahramanlarından ÇETE reisi diye bahsettiğiniz için de özür dilemeniz şarttır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder